Üzülüyor insan bu vefasızlığa!

Biz zannediyoruz ki yeniyiz, eski değil. Oysa biz çürümekte olan bir yeniyiz, yorgun bir yeni, cahil bir yeni! Çok bilmiş hiç bilmemiş bir yeni!

Fakat gelin eskimeyen yeni denklem kuralım sizinle: “x” ve “y”nin toplamı bir tam sayı etsin. ”Tam” kelimesinin altını çizelim burada beklesin. Şimdi paralel iki doğru çizelim doğudan gelip batıya doğru gitsin. Birinci doğru “matematik” ikinci doğrumuz “astronomi” olsun mu? Evet olsun, bu arada “doğu”,”batı” ; ”matematik”, astronomi” kelimelerinin de altını çizili bırakalım. Yürüyelim...

Yatay paralelimize dikey iki paralele daha çizelim. Güneyden kuzeye gitsinler. Güneyden kuzeye.Bu iki doğrudan biri “bilgin” diğeri “olgun” olsun ve biz yine öne çıkan kelimelerin altını çizerek ,kelimelerin anlamlarının izini sürerek gidelim mi..? Gidelim.

Şimdi elimizdeki haritadan nereye doğru gideceğimizi daha iyi belirlemek için geri çekilip koordinatlarımıza bakalım. Oluşan açılara. Her açı yeni bir bakış. Her cepheye açık zaviyeler... Radarlar gökyüzünde, radarlar hassas… Alıcılar muhteşem. Kemal yaşında bir güzel beliriyor haritada.51 yaşında bir bilge: Mehmet Torgay!

Birden İstanbul sokaklarında “Yok senin vasfettiğin dilber bu şehir içre Nedim /Bir peri suret görünmüş bir hayal olmuş sana” beyiti geldi aklıma. Birazdan o peri sureti göreceğiz . Yanılmış olamayız. Doğruların gösterdiği yol doğru yol. O güzel, gerçekten var deyip gülümsüyorum Nedim’e. 51 yaşında bilginin ve olgunluğun zirvesinde bir güzel.

Evet, bilgelik yaşı 51. Sözüm meclisten dışarı. Yoksa ilk cümlem şöyle mi olmalıydı: Eskilerin bilgelik yaşı 51. Aileyi, devleti ayakta tutan, yetişen nesile rehberlik eden,rol model, prototip, el-emin çağlar. Üzerimize alınmayalım, bu zamanda 51 yaşında olanlardan -çok azı hariç- böyle bir misyon beklemeyelim.

Gün dönümündeyken mevsim, kışın kabuğu yavaş yavaş sökülürken ağaçlardan, bahar güneşi karların göçünü hazırlarken; sular zirvelerden nehirlere doğru yürürken doğmuş Mehmet Torgay. Semerkant’tan başlasın yola da, doğudan, batıya; kuzeyden, güneye dolaşmış bereketlenerek.

Toprakların değil ilmin hükümdarı Torgay. O, dedesi Timur(Asya Fatihi) gibi yeryüzünün fatihi olmayı değil, göklerin fethine ömrünü adamış. Dede torununda vücut bulamamış dersek de olur. Her ikisi de başka bir alem. Hatta zalimden doğan bir alim diyebiliriz.

Torgay’ın yüzünde o ateş parçası, bir eli çolak bir ayağı sakat hükümdar, Timur, görünmüyor. Zalimden alim de doğar hakikatını biz Mehmet Torgay ’da bir kez daha müşahade ediyoruz. Timur’un sülalesinden böyle torun dünyaya gelsin öyle mi şaşılacak şey dememek zor. Torunun dedeye benzemediği kadar , Torgay’ın babası da Timur’a benzemiyor.

Mehmet Torgay’ ın bakışlarını yeryüzünden göklere çeviren ilk kişi babası : Şahruh..!

Bahtı parlak bu Türk çocuğu göklerin sırrını çözecek, haritasını çizecek ve bir gün gelecek kurduğu rasathane ile orta çağın göbeğine bilimin meşalesini yakacak. Babası Meşhed’e öyle bir cami inşa eder de başı dönen oğlu Herat’a yaptırdığı kaşanenin tavanına gökleri indirmez mi ?

Torgay ’ ın kendi meşrebine itiraz hakkı yok, yaratılışının tersi yönde harekat edemez. Gökyüzüne kilometre taşı döşeyecek. Günler ve gecelerce çalışır. Çalışmaktan başka onu memnun edecek başka bir şey yoktur. Bu nedenledir ki, sarayı zevk ü safa yeri değil bir rasathanedir.

Durmaz, bilinen astronomi aletlerini yeniler .IX. ve X. yüzyılda bir usturlab ile ancak 43 işlem yapılırken, Uluğ Bey zamanında geliştirilen usturlab, 1000’den fazla işlem yapar.

Astronomiyi temellendirecek trigonometri ilmi üzerinde de geniş çalışmalar yapar. Doğu ve Batı dünyasının tahmini bilgilerini bir kenara bırakıp, bilimsel esasları tespit ederek, trigonometride yeni bir araştırma yolu açar. Sonra dünya onu tanır, tanımak zorundadır. Çünkü tanımayan, ondan feyzlenmeyen rehberliğinden faydalanmayan yol alamaz göklere. İlmin anahtarını, göklerin anahtarını sanki o devirde Allah ona vermiş gibidir.

O devrin ilmi esaslara dayanan , günlerin , aylarının cetveli de Mehmet Torgay’ın elindedir. Saatleri ayarlama enstitüsü mübarek! Elindeki mi, evet o takvim “Gûrgânî Takvimi” (Zîc-i Ulûgî).

Matematikçi, astronom, tarihçi ve şair olan Torgay devrin ulularını , Mesud el-Kâşî, Bursalı Kadızade Rûmî, Ali bin Muhammed (Ali Kuşçu) gibi bilginleri sarayına toplar. Semerkant’ ta medrese ve rasathanesi yıldızlarla dolar taşar. Hepsi ilmin timsali ,ayaklı kütüphaneler, çalışan beyinler... Bu saraya ilim sevdalıları gelir, hafif meşrepler değil. Hani ki Fuzuli meşhur “Leyla vü Mecnun” mesnevisinde bu kıssayı aşık olmayanlar okumasın demiş ya, bu saraya da ilimden nasibi olmayanlar gelemiyor.

Reva mıdır ki yine kıymetini, değerini Batı biçsin bu ulu Türk’ün?

Zîc-i Ulûgî, 1655 yılında İngiltere´de Oxford şehrinde İngilizce, 1853’te de Fransızca olarak basılsın. Daha sonra da çeşitli dillere tercüme edilsin. Batı bilim dünyası, Uluğ Bey’e “XV. yüzyıl Astronomu” unvanını layık görsün ve Milletlerarası Astronomi Derneği de Ay yüzeyindeki bir kratere onun adını versin. Beş ülkenin astronomlarından ve özellikle Ay’a uydu gönderen ülkelerin uzmanlarından oluşan bir komisyonun hazırladığı Ay Haritasında, üç Türk astronomunun adları da yer alsın. Büyük bir kratere Uluğ Bey adı verilsin biz de sadece övünelim, reva mı ?

O ki, birçok üzücü soru sorulabilir ve alınan cevaplar da mutsuz eder. Yakın plan tanımayız ve hemen hemen çoğumuzun aklında sadece bir isimdir Uluğ Bey? Sadece bir isim, testte, bulmacada, bilgi yarışmasında karşımıza çıkarsa çıkar o da şansa kalmış.