Çapanoğlu’na göre; “Tanzimat devrinin önde gelen gazeteci, hikâye ve roman yazarı olarak şöhret kazanan Ahmet Midhat Efendi (1844-1912), edebiyat dünyasına ilk adımlarını gazete yazarı olarak atmış, bu işi hem bir ekmek kapısı olarak görmüş, hem de halkı eğitmek ve kültür seviyesini yükseltmek için bir vasıta olarak kullanmıştır. Gerek gazete yazılarında, gerekse hikâye ve romanlarında halktan biri gibi onlarla konuşur tarzda yazmış, kendine özgü sohbet üslûbuyla zamanla belirli bir okuyucu kesimi meydana getirmiştir.”
Jön Türk romanı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edildikten sonra 1910 yılında kitap olarak basılmıştır. Romanın kahramanlarından Nurullah, Fransızcayı çok iyi bildiği gibi resim, müzik, felsefe, dinî ilimler konusunda bilgi sahibidir. Batı’nın hayat tarzını her şeyiyle benimsemiş olan Ceylan ise nikâhsız evliliği dahi savunan genç bir kızdır. Ceylan, Nurullah’ın Ahdiye ile evlenmesine engel olmak için akla gelmedik yollara başvurur. Bunu yaparken başta Nurullah ve babası olmak üzere pek çok kişinin kaderiyle oynar. Ayrıca metinin, Tanzimat döneminde sık işlenen Batılılaşma konusuna farklı bir yaklaşım içinde olduğunu da hatırlatmakta fayda bulunmaktadır. Ahmed Midhat Efendi'nin 10 yıllık bir sükût devresinden sonra kaleme aldığı Jön Türk romanı konusunu II. Abdülhamid idaresinin zulme dayanan baskılı döneminden alır. Esasında Abdülhamid'e büyük bir sadakatle bağlı olduğunu bildiğimiz Ahmed Midhat'ın böyle bir konuyu ele alması, eserin “Meşrutiyet idaresine hâkim olan ittihatçıların maddî ve manevî baskısı altında yazılmış olduğu”nu düşündürmektedir.
Özdemir ve Süğümlü’ye göre; Jön Türk’te, kadının toplum içindeki değeri, eğitimi, yetişme tarzı ve aile içindeki konumunu odağına alırken Avrupa’da yeni yeni filizlenen “feminizm” düşüncesini irdeler. Türk edebiyatında “kadının adı yok” cümlesinin ilk kurulduğu eser olması bakımından da Jön Türk, Ahmet Midhat Efendi külliyatı içerisinde özel bir dikkat gerektiren eserler arasındadır.
“Demek ki kadının ismi bile yoktur. Babasından drahoma namıyla ne kadar para getirirse getirsin, sair akrabasından ne kadar miras yerse yesin eğer hin-i izdivaçta ‘tefrik-i servet’ mukavelesi akd olunmamışsa kadın kendi servetine malik sayılamaz. Her halde kocasının tasdiki olmaksızın hiçbir mukaveleye, hiçbir senede imzasını koyamaz.”
Ahmet Mithat Efendi’nin romanları arasında önemli bir yeri olan ve son yazdığı roman olması bakımından; yaşadıklarının, tecrübelerinin ve dönemin sosyal ve politik yaşamına bakışının bir özeti niteliğini taşıyan romanı, “Jöntürk”tür. Romanda, eski medeniyet anlayışı olan alaturkalığı temsil eden karakter ile yeni medeniyet anlayışı olan alafrangalığı temsil eden karakterler üzerinden, sosyal ve politik hayata yönelik “Doğu” medeniyeti ile “Batı” medeniyeti karşılaştırması yapılmıştır. Ayrıca o dönemde uygulanan sıkıyönetimin, bireyler ve toplum üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsedilmiş, bu yönetime karşı bir hareket başlatan Jön Türklerin uğradıkları düşünülen haksızlıklar söz konusu edilerek, yönetime karşı eleştiriler yapılmıştır.
Toplum geçiş sürecinde olduğundan mahalleler hem eski hem de yeni medeniyet özelliklerini aynı anda göstermeye başlamış ve aynı mahallede, hatta aynı evde tezatlıklar ortaya çıkmıştır. Ahmet Mithat Efendi, romanda bu değişmeyi üzülerek şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Gerçek şu ki, ‘konak yavrusu’ tabiri günümüzde neredeyse unutulmuş, kullanılmaz olmuştur. Hem ‘konak’ mı kaldı ki yavrusu olsun? Eski zamanlardan kalma koca koca konaklar bir yangının ardından kül oldukça, arsaları parça parça satılarak, yeni mahalleler oluştu (…) Konak da kalmadı, yavrusu da.”
Batılılaşma uğruna “kabaca” yapılan değişiklikler ve bu değişikliklerin meydana getirdiği “ikilik” romanda şu cümlelerle eleştirilmektedir:
“Hatta eski dönemlerde konağı süsleyen tepe camları, sofa setleri, yüklükler, çiçeklikler, raflar vs. kaldırılarak konağı yeni binaya benzetmeye çalışmışlardı. Evlerini alafranga yapmak uğruna, o canım ince mimariyi yok etmişlerdi. Gerçek şu ki; bu konakta yaşayanlar da o gustolar (zevk, beğeni) bulunmuyordu. Bu tahrip ederek yenileme çabasını döşerken de göstermişlerdi. Eski divanlar, minderler kaldırılmış. Yerine köşeler, kanepeler, koltuklar, sandalyeler konulmuş. Yatak odaları, karyolalar, komodinler, gece servisleri ile doldurulmuş. Aynalı dolaplar, lavabolar da unutulmamıştı. Alaturkalıktan tamamen çıkıp alafrangalaşmıştı vesselam. Yalnız binanın eski izleri tamamen kaybolmadığından, hane sahiplerinin yeni gözdesi alafrangalık ile eski mimari arasındaki tezat, bu işten anlayanların gözlerine batıp duruyordu.” Görüldüğü gibi ortaya çıkan yapı artık ne konaktır ne konak yavrusudur ne de “yeni”dir. Tam anlamı ile “arada kalmış” ve bu işten anlayanların “gözüne batan” bir yapıdır.
O dönemin önemli bir özelliği de günümüzde ilkokul sayılabilecek mahalle mekteplerinde karma eğitimin yapılıyor oluşudur.
“Fakat o zamanlar kız çocuklarının eğitimi ve terbiyesi için imkânlar bugünkü kadar ne çok, ne de mükemmel! Ahdiye’nin ise dünyada bir validesinden başka kimsesi yok. Ne amca, ne dayı, ne hala, ne teyze! Bereket versin ki harem tarafında oturan kiracı ailenin de, eğitime başlayacak yaşta bir kızı var. Remziye Hanım. Çocuklar henüz altışar, yedişer yaşlarındayken, iki kardeş gibi civarda en yakın olan ve kız ve erkek çocuklarına, karışık eğitim veren bir okula devam ediyorlar.”
İlköğretimden sonra rüştüne eren kız çocuklarının eğitimi konusunda ise romanda verilen bilgiler şöyledir:
“Ahdiye, ilkokuldan çıktıktan sonra; pek de uzak olmayan komşulardan Hoca Abdüllatif Efendi adında bir hoca bulundu. Zaten büyük bir okulun Arabi ve Farisi hocası olan bu ihtiyar adam, fazlasıyla da iyi ahlak sahibi olduğundan epeyce hatırı sayılır bir ücret karşılığında, haftada üç gün iki kıza ders vermekle görevlendirildi. Belirli saatlerde gelir, başları örtülü olan çocuklara Arabi’den ve Farisi’den birer ders verirdi. İşte Ahdiye’nin dilde olduğu gibi fikirce de ilerlemesini sağlayan eğitim ve terbiye bu olmuştur.”
Eski-yeni medeniyet ikiliği, kına gecesine getirilen enstrümanlara ve gecedeki eğlenceye, danslara da yansımıştır;
“Piyanistler sırayla çalışıyorlar. Bazılarının hocaları parmakları bozulmasın diye! Alaturka hiçbir şey öğretmemişler. Alafranga marşlar, polkalar, valsler çalıyorlar. Hatta bazı ilerlemiş olanları opera ve operetlerin en kolay parçalarını da çalabiliyorlar (…) Bizim eski alaturka rakslarımız Hanımların arasında da rağbet görmeye başladı ise de, alafranga danslar daha çok modaydı. Hele polkalar iyice yayıldılar. Fakat piyanistlerden bazılarının çaldıkları polka havalarına Hanımlar ayak uyduramamaya başladılar. (…) Bazı Hanımlar gerek müziğin ve gerek dansın alaturkasını ve diğer bazıları alafrangasını sevdiklerinden söz ediyorlar. Birini sevenler diğerini hiç sevmiyorlar, ayıplıyorlar. Ama doğrusu Hanımların çoğu neyi sevdiklerini, neyi sevmediklerini bilmiyorlar.”
Ahmet Mithat Efendi, romanda eski alışkanlıklardan biri olan “yüz yazısı” geleneğini doğru bulmadığını ve bunun yeni adı ve şekli olan “gelin başı bağlamak” alışkanlığının daha güzel olduğunu dile getirdiği bölümde şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Zaman her şeyi değiştirip, dönüştürdüğü gibi şu gelin giydirmek meselesini o kadar değiştirmiş ki büyükbabalarımızın valideleri veya kaynanaları bugün gelip de gelin giydirme telaşını görecek olsalar, başka bir milletten gelin giydiriyor zannedeceklerdi. Eskiden gelinlerin yüzlerini yazarlardı. Yüz yazısı olarak bilinen bu ameliyatın bugün yalnız ismi kalmışsa da, tamamıyla ortadan kalkmamıştır. İstanbul’a pek yakın yerlerde, mesela Çanakkale gibi İstanbul’un bir mahallesi olan mahallelerde bile hâlâ gelinlerin yüzlerini yazarlar (…) Bu iğrenç adet kalktıktan sonra yerine bundan daha zararsızı, daha güzeli geçti. Bugün için ‘yüz yazısı’ adı hâlâ kullanıyorsa da, şimdi ona ‘gelin başı bağlamak’ deniyor.”
Ahmet Mithat Efendi, aslında bugün de devam ettirilen “düğünlerde yemek verme” ve “gelin görme” veya “çeyiz görme” gibi âdetlere karşı tavrını şu cümlelerle ortaya koymaktadır:
“Düğünlerde, halka yemek verme meselesi! Malum a! masrafın en büyüğü bu olduğundan zamanımızda bu adet yavaş yavaş kalkıyor. Keşke daha hızlı kalksa! Keşke birden kaldırılıverse! Hoş, geçerli bir sebep de olsa bunu kaldırmak geline bakmaya gelmek âdetini kaldırmak kadar zor görünüyor. Bu âdetlerin her ikisinden de şikâyet etmek o kadar normal ki. Halk, ne olursa olsun göze alarak bunları kaldırdıkları gün, istibdadı yıkıp özgürlükleri ellerine verilmişçesine, bir başarıya kavuşmuş sayılacaklardır.”
Ahmet Mithat Efendi romanda, “istibdat” olarak isimlendirdiği o dönemde, yönetimin Genç Türklere bakışını, dönemin baş hafiyesi olan kahramanı Feyzullah Efendi’nin ağzından şu şekilde anlatmıştır:
“Bunlar o kadar tehlikeli adamlar ki onları engellemek sadakat ve insaniyet vazifelerinin en mühimi sayılır. Bu bozguncular herkesin evladını baştan çıkarıp, kanunun pençesinde cezaya çarptırıyorlar. Memleketi bunların zararlarından korumak maddi, manevi en büyük mükâfattır.”
Ahmet Mithat’ın bu son romanını ben büyük bir dikkat ve ilgiyle okudum. Yazar, Batı medeniyeti karşısında döneminin birçok aydını gibi teslimiyetçi bir anlayış benimsememiş. O, baştan itibaren Doğu ve Batı olarak isimlendirdiği her iki medeniyetin de birbirinden üstün taraflarının olabileceğini kabul etmiş. Her iki medeniyetinin maddi ve manevi unsurlarını karşılaştırarak bunların arasından işimize yarayanların ve millî bünyemize zarar vermeyecek olanların seçilmesi gerektiğini vurgulayarak günümüze de ışık tutmuştur. Benim açımdan verimli, güzel bir okuma oldu. Size de hararetle tavsiye ederim efendim.