Dünya yaratıldığı günden bu yana bir oluşum içinde. Allah’ın takdir ettiği fiziki değişimler dünya var edileli devam ediyor. Sürekli hareket, sürekli başkalaşım ve sürekli kendini yenileme diyebileceğimiz bir oluşum içinde. Depremler, volkanik patlamalar bunun örnekleri olarak söylenebilir. Cenab-ı Hakk dünyanın tabi ve fiziki kanununu böyle koymuş, bu değişmez. Böylece takdir edilen sona doğru devam edecek.

 

Diğer taraftan yer yüzünün de kendine mahsus işleyiş şekli var. Bu da Allah’ın yarattığı ve koyduğu bir nizam, bir düzen, bir tarz. Günlük olarak güneşin doğması batması, yağmurun karın mevsimine göre yağması, bunların sonunda meydana gelen sel ve benzeri hadiselerin yaşanması bu nizamın icabıdır.

 

İnsanoğlu bu dünya içinde var edilmiş ve burada yaşamaktadır. Meydana gelen bütün bu hadiselerin hepsiyle muhataptır. Onlarla iç içe yaşar. Her şeyin yaratıcısı, sahibi, bütün olayların takdir edicisi Allah, insanın yaşadığı mekan için de böyle takdir etmiştir. İnsan, hayatını bütün bunlara muhatap olarak sürdürmek zorundadır. Bunlarsız yaşamak gibi bir şansı yoktur.

 

Nitekim, artık bunun ünsiyeti içinde, durumu hiç sorgulamadan yaşantısını sürdürmektedir. Mesela; yaz geldiğinde yaz mevsiminin gereklerine göre davranmakta, güneşin yakıcılığından korunabilmek için kendince tedbirler geliştirmiş ve geliştirmektedir. Diğer taraftan kış mevsiminin olumsuzlukları için de tedbirler almaktadır. Soğuktan korunmak için kalın giyinmeyi icat ettiği gibi geniş mekanların da sıcak olması için çeşitli ısınma alet ve mekanizmaları icat etmiş ve geliştirmiştir. Bu insanın kendini korumak ve hayatını sürdürebilmek için kendiliğinden, bir nevi içinde yaratılışında var olan korunma güdüsünün sonucudur. Diğer mevsimler için de aynı ünsiyeti göstermektedir. O mevsimin karakterine göre davranabilmekte, bahsettiğimiz korunma duygusunun gereği, olumsuzluklara karşı koyabilmek için kendini hazırlamaktadır. Bu, insanın bu dünyada var edilişinden beri süregelmiş, halen de devam etmekte, nihayet belirlenmiş sona (kıyamet kopmasına) kadar da devam edecektir. İnsanın ne değiştirme ne de yeni bir intizam getirme seçeneği vardır. İnsanoğlu zaten bunun bilincindedir.

 

Tabii şunu da ilave etmek lazım. İnsan Allah’ın kendine verdiği akıl, mantık, düşünme, muhakeme gibi kabiliyetlerle daima bir yenilenme ve yenilik içindedir. İlmi ve teknolojik yenilenmeler hızla sürmekte, kendini koruma ve sağlama alma yollarına yenilerini eklemektedir. Zaten Yüce yaratıcı insandan bunu istemektedir. Zira O, atıl, kendini geliştirmeyen, yarına dair düşünceleri olmayan, bu günü öncekinden daha iyi yaşanabilir kılmak için kendinde bir şey bulunmayan kimseleri sevmez.

 

İşte bütün bunlardan ötürü deprem konusunda bir tenakuz içindeyiz. Deprem de bir tabii gerçekliktir. Yer yüzünde, insanın hep yüz yüze olduğu bir hakikattir. Dünya var edileli yenilenme olmakta, bunun sonucu olarak deprem ve çeşitli tabii hadiseler cereyan etmektedir. İnsan bu hadiselerle yüz yüze ve iç içe yaşamaktadır. Dolayısıyla tedbirini alması gerekmez mi? Neden her defasında deprem bu kadar yıkıcı olsun? Neden her defasında bu kadar can yitirilsin? Neden her defasında bu kadar hasar, bu kadar maddi kayıp yaşansın. Neden bir evvelki depremden öğüt almayız? Yani hayatın diğer gerçeklerine karşı kendince tedbirler geliştiriken niye deprem için bir tedbir almaz. Üstelik bu konuda yeterli teknolojik birikimde var.

 

Ama özellikle ülkemiz için şunu da söyleyebiliriz: Depreme karşı koyma yolları yeteri kadar var ve bu biliniyor. Bizde işimizi ciddi yapma ahlakı noksan. İnsan hayatını hiçe sayarak bilinen ve mutlaka uygulanması gerekenleri çeşitli kaygılarla gözardı ediyoruz. Bu hepimizce bilinen bir hakikat. Şunu da çok iyi kavramak gerekir ki üzerine düşeni yapmamak Allah yanında çok büyük vebaldir. İnsan bundan ilahi huzurda sorulacaktır. Bundan da hiç şüphemiz yoktur.

 

Kader bir çizgidir. Bu çizgi Allah tarafından takdir edilir. Ama nasıl çizileceği kulun kendi elindedir. Allah kulun iradesine ve meyline göre takdir eder. İnanıp inanmamak da kulun iradesidir, Allah tarafından kendisine sunulanları nasıl kullanacağı, onlardan nasıl istifade edeceği de kulun kendi iradesindedir. Allah kulundan emirle ibadet istemiştir, doğrudan buna mecbur tutmuştur. Ama müslüman olup olmama konusunda kulu kendi iradesine bırakmış, müslüman olmayı seçen kuluna da ibadeti mecbur tutmuştur. Bu da kulun iyiliği içindir. Tabii hadiseler karşısında da kulun davranışları belirler kaderini. Kulun davranış niyetine göre Allah takdir eder. Değilse Allah insana deprem için tedbir alma demez. Tedbir alma da büyük yıkımlar yaşa demez. Aksine insanı tedbir alma konusunda sorumlu tutar. Dolayısıyla hiç kimse depremin bu kadar yıkıcılığını ve ölümcül oluşunu kadere yükleyemez. Neticede kaderde elbette bu deprem vardı. Ama tedbirsiz davranıp bu kadar yıkıcı ve öldürücü olmasının sebebi insanın kendisidir.

 

Tedbir almak, hayatta bütün işlerde tedbirli olmak, işleri gereği şekilde yerine getirmek müslümanın üzerine düşen, başta gelen vazifesidir. Bu yerine gelmezse vebaldedir. Depremin her defasında bu yıkımı yaşamak niye? Her defasında bu kadar can zayiatı niye? Neden evvelki depremden bizde bir şey kalmıyor? 1999 Gölcük depreminin yarası hâlâ kanarken, bu depremde neden bu kadar yıkıldık?

 

Bu yazıyı üç haftadır bulunduğum deprem bölgesinden yazıyorum. Yaşananları gördüm. Istırapları gördüm. İhmalleri, vurdum duymazlıkları gördüm. Tekniker değilim, ama bunca yıldır inşa işlerini takip ettim. Mühendislik hatalarını, ciddi inşaat noksanlıklarını gördüm. Netice ortada. Yıkılmayıp dimdik ayakta kalan da var, kos koca apartmanın toprak yığını oluşu da var.

 

Ne diyelim, Allah hepimize izan versin. Vicdan versin. Basiret versin.

(Devam edecek...)