İntihar, Stefan Zweig'ın zihnini gençlik yıllarından beri meşgul eden bir kavramdı. Yaşamının bir anlamı kalmadığını anladığı anda yaşamına kendi eliyle son verebileceğini daha üniversite yıllarında söylemişti. İlk evliliği sırasında karısı Friederike'yi kendisiyle birlikte intihar etmesi için zorlayan, sonra bu düşüncesinden vazgeçen Stefan Zweig, yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında, ikinci karısıyla birlikte yaşamına son verdi. Yazar, önceki intihar girişimlerinden vazgeçmiş olsa da korkularını, romanlarındaki ve öykülerindeki kahramanlara yaşatıyor. Amok Koşucusu'nda yer alan öykülerin ortak izleği de intihar. Kendi yaşamından ya da tarihteki gerçek kişilerin yaşamlarından kesitler katarak yazdığı bu öykülerde Stefan Zweig'ın duyarlı kişiliğini, olağanüstü gözlem gücünü olduğu gibi sayfalara yansıttığını görüyoruz. Yazdığı öykülerin en başarılı örneklerinin yer aldığı bu kitapta, bir uzun öykü olan Amok Koşucusu bir başyapıt. Ama salt özetleme tekniği ile yazılmış, basit kurguya sahip, şiirsellikten uzak bir metindir.

İnsanı en güçsüz, en savunmasız yönleriyle ele alıp, insan ruhunun en derin katmanlarına inmeyi bilen, bütün bunları sonucu okuru gerçekten etkileyebilen bir yazar Stefan Zweig. Yazdıklarının üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına karşın, öykülerinin, romanlarının bugünkü kuşaklar tarafından da aynı ilgiyle okunması, onun kalıcı bir yazar olduğunun en büyük kanıtı. 

Öykü, Hollanda sömürgesi olduğu dönemde Endonezya'da görev yapan bir hekimin, bir gemide Avrupa'ya yolculuk sırasında karşılaştığı bir başka yolcuya başından geçenleri anlatması etrafında gelişir. Kalküta’da yaşayan Alman asıllı anlatıcı, kimse tarafından görünmek istemediği için geceleri, herkes yattıktan sonra güverteye çıkan hekimle tanışır ve hayatının sırlarını öğrenir. Aslen Leipzig'li olan hekim, çalıştığı hastanenin para kasasına el uzattığı için yedi yıl önce bir çeşit sürgünle Endonezya'da bir göreve gönderilmiştir. Kendisinden başka beyazın yaşamadığı bu ücra yerde zamanla alkole bağımlı, depresif bir ruh haline girer. Oradaki sıkıcı hayatı sırasında bir gün Hollandalı varlıklı bir tüccarın güzel ve kibirli İngiliz karısı kürtaj talebiyle muayenehanesine gelir. Kadın, gizlilikle yapılmasını istediği bu kürtaj için yüklü bir miktar para vermeye hazırdır; bu teklifini oldukça küstahça ve doktordan hiçbir şekilde ricada bulunmaksızın yapar. Yıllardır bir Avrupalı kadınla karşılaşmayan hekim, kadından para değil, kendisini vermesini ister ve reddedilir. Ancak saplantılı bir aşkla bağlandığı bu kadını bir daha aklından çıkaramaz; pişman olup özür dilemek ve kadına yardımcı olmak için peşinden koşar. Kadına yardım etmeyi saplantı haline getiren doktor, Malezya halkında rastlanan bir nevi öldürücü delilik olan hummanın, amokun etkisi altına girer.

Birkaç alıntı;
Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla.

Sizden benimle konuşmanızı rica ediyorum, çünkü kendi suskunluğumda boğulmak üzereyim.

Söz konusu başkalarının derdi olunca nasıl da hep daha zeki ve daha nesnel oluruz.

İnsan her şeyini kaybettiğinde, elinde kalan son şey için umutsuzca savaşır.

Ah şu belirsizlik, nasıl da eziyet ediyordu şimdi bana.

Güvenin şartı samimiyettir, kayıtsız şartsız samimiyet.

Eğer insan bir başkasını zor durumda görürse, elbette ona yardım etme mecburiyeti ortaya çıkardı.
Ben bu çirkin yalnızlıkta, insanın ruhunu sömüren ve iliğini kemiğini kurutan bu lanet olası ülkede utanmayı unuttum.

Ama gençken sıtmanın ve ölümün sadece başkalarının başına geleceğini düşünürsünüz.

Yine de... yine de mutluydum.

Nasıl... Nasıl oluyor da bir insan böyle anlarda yanındakiyle beraber ölmüyor ve ertesi sabah uykusundan uyanıp dişlerini fırçalıyor, kravatını takıyor...

Eğer her şeyinizi kaybetmişseniz, kalan son şey için çaresizce mücadele edersiniz.

Bu novellayı bir oturuşta okudum. Size de tavsiye ederim. İyi okumalar…