Namık Kemal (1840-1888) Gazeteciliğiyle toplumun fikirlerine yön veren, yazarlığıyla yeni edebiyatın kapılarını açan, mücadelesiyle Meşrutiyet'e ivme kazandıran fikir adamı, yazar ve en bilinen yönüyle vatan şairidir. Onda her şey hürriyet fikri ve vatan sevgisiyle başlar; neredeyse bütün uğraşları bu ikisi üstüne kurulmuş ve gelişmiştir. Tasvir-i Efkâr'la başladığı gazetecilik hayatı Hürriyet, İbret, Diyojen gibi yayınlarda devam eder. Siyasetten hukuka, felsefeden edebiyata pek çok alanda yazdığı makaleleriyle fikir dünyasına; roman, şiir, tiyatro ve tarihi biyografi türlerindeki eserleriyle yeni edebiyata öncülük eder. İstanbul'dan defalarca uzaklaştırılıp sürgüne gönderilir. Yine de yazmaya; mektuplarıyla, gazete yazılarıyla, eserleriyle çağdaşlarına yol göstermeye ve halkına ulaşmaya devam eder.

 

Namık Kemal’in ilk tiyatro yapıtı olan eser, Türk Edebiyatı'nda romantik tiyatronun ilk tipik örneklerindendir. Yazarın en fazla tartışma ve eleştiriye maruz kalmış piyesi budur ancak onun kişiliğinin sembolü olmuş ve adı ile birlikte anılmıştır. Vatan Yahut Silistre, 1 Nisan 1873'te ilk kez sahnelendiğinde halk üzerinde gösterilere varan büyük bir coşku yaratmış, bu etkinin diğer bir sonucu olarak Namık Kemal'in gazetesi İbret kapatılmış, kendisi de Magosa'ya sürülmüştür. Piyes, Namık Kemal sürgün edildikten sonra da sahnelenmeye devam etti; hatta sarayda Abdülaziz’in huzurunda da iki kere temsil edildi. Eserin çeşitli baskılarının yapılmasına müdahale edilmedi. Eserin gerçek adı “Vatan”dır, yayınlandıktan sonra uygulanan yasaklar ve sansür nedeniyle “Silistre” adı ile oynanmış ve yayınlanmıştır. Daha sonra da “Vatan Yahut Silistre” adı ile yaygınlaşmış ve bu isimle kabul görmüştür. Ebüzziya Tevfik, “Süleyman Nazif Bey’e” başlığıyla yazdığı 21 Mayıs 1908 tarihli bir mektubunda; eserin İstanbul'da sahneye konduğu ilk iki ay zarfında 47 defa oynandığını; daha sonra İzmir ve Selânik gibi şehirlerde de olmak üzere 3 yıl zarfında 500 defa sahnelendiğini belirtir. Yazarı hayattayken Rusçaya ve Almancaya çevrilen eser, daha sonra pek çok dilde yayımlanır.

 

Namık Kemal için tiyatro, halka doğrudan ulaşabilmesi bakımından oldukça önemli bir türdür. Vatan Yahut Silistre oyununda da vatan sevgisini türlü duygularla çarpıştırıp nihayet hepsinden üstün çıkararak halka vatan fikrini ve sevgisini aşılamak ister. Kırım Savaşı'nın yaşandığı yıllarda Zekiye ve İslam Bey arasında yeni başlayan aşk, İslam Bey'in cepheye gitmesiyle beklenmedik bir hal alır. Zekiye İslam Bey'in ardı sıra erkek kılığına girerek Silistre savunmasına katılır ve böylece savaş meydanında aşkın, vatan sevgisinin, millet fikrinin iç içe geçtiği olaylar yaşanır. Oyunun ana fikri vatan sevgisidir. Silistre Kalesi vatanın simgesi gibidir. Onu korumak demek, vatanı korumak demektir. İslâm Bey ve onun peşinden bir gölge gibi ayrılmayan Zekiye vatan sevgisinin sembolüdürler.  Onların düşünce ve hareketleri ile bu sevgi somut hale gelir. Namık Kemal, onlar vasıtasıyla toplumda görmek istediği yeni insan tiplerini ortaya koyar.

 

1977 yılında ailemle yaptığımız Kıbrıs gezisi esnasında Namık Kemal’in esir tutulduğu hücreyi görmüş ve bundan çok etkilenmiştim. 1980-83 yıllarında Ankara’da okuduğum orta okulun ismi “Namık Kemal Orta Okulu” idi. Vatan şairinin benim hayatımda çok önemli bir yeri var. Osmanlılık ve vatan temalı bir oyunun padişah tarafından neden sakıncalı bulunduğunu ve Kemal’in neden sürgüne gönderildiğini kavramakta hep güçlük yaşadım. Bunun için bugün vardığım en uygun açıklama; Oyunun içinde de yer yer geçen “murad” kelimesinin padişah Abdülaziz’in yerine veliaht Murad Efendi’nin tahta geçirilmesi dileği olarak algılanmış olmasıdır.

 

Çocukluğumdan beri çok kere okuduğum bu eserden bir alıntı yapmak için Birinci Perde, Birinci Sahneyi yani oyunun başlangıcını tercih ettim;

(Perde açılınca kenarı sokağa nazır bir oda görünür. Zekiye, Arnavutluk’a mahsus muntazam bir kadın elbisesiyle mindere uzanmış. Elinde bir kitap, önünde bir mum, İslâm Bey de sokakta gezinir.)

Zekiye (Kitabı sandığın üstüne bırakarak) — Ah! Anneciğim! Anneciğim!  Gönlüme niçin bu kadar rikkat verdin? Fikrimi niçin bu kadar açtın? Sen de şimdi kızını görsen okuttuğuna pişman olurdun... Benim gönlüm öyle büyük büyük hayata nasıl dayansın? Benim beynim öyle geniş geniş tasavvurlara nasıl tahammül etsin? Yüreğim ne kadar çarpıyor! Sanki göğsümü yerinden koparacak da dışarı fırlayacak... Beynim ne kadar sıkılıyor! Sanki başımı paralayacak da etrafa dağılacak... (Ellerini yüzüne kapayarak)

— Anneciğim! Anneciğim! Daima babamı düşünmek için açtığın, hazırladığın fikirde başkası geziyor! Daima seni sevmek için terbiye ettiğin, büyüttüğün gönülde başkası hükmediyor! Seni babam okutmuş, onun yoluna öldün. Beni sen okuttun. Yoluna ölmek değil, öldüğüne ağlamak bile hatırıma gelmiyor! Ah!.. Daima o! Gözümde o! Hayalimde o! Aklımda o! O! O! O! Bir kere sokakta gördüm… Keşke yüzüne baktığım zaman gönlüme düşen ateş gözlerimi eriteydi... Daha bir bakışta vücudumda ne kadar kuvvet varsa toplayıp da gözlerimi başka tarafa çevirmek istedim, eyvah!... Ne vücudumda kuvvet buldum, ne gözlerime hükmüm geçti. Sanki ömrümde gördüğüm, işittiğim, okuduğum, düşündüğüm ne kadar güzel şey var ise hepsi bir yerde toplanmış da bir insan çehresi olmuş karşıma gelmişti. (Biraz düşündükten sonra)

— Hayat ne garip hâl imiş! Birkaç gün evvel yanımda biri ağlasa, gözünün yaşı sefasından dökülüyor zannederdim. Bugün kulağıma kahkahalar matem sedası gibi geliyor! Birkaç gün evvel mağmum mağmum bulutlarda şimşek çaktıkça biri gülüyor gibi görünürdü, bugün yeni açılmış güllerde “çiy” görsem birinin gözyaşı dökülmüş zannediyorum! Birkaç gün evvel yüzüm gülüyordu… Sanki her şey de benimle birlikte gülüyordu! Bugün gönlüm ağlıyor… Sanki her şey de gönlümle birlikte ağlıyor! Yine sabah oldu, yine gözüme bir dakika uyku girmedi... (Mumları söndürerek) Zavallı mum! Acaba ben de senin gibi yana yana tükenip gidecek miyim?... Beş dakikacık uyuyabilseydim… Belki rüyada görürdüm de ayaklarına kapanır, gönlümün zehrini dökünceye kadar doya doya ağlardım... Allah’ım! O mektup ne idi?... Ateşle yazılsa insanın yüreğini o kadar yakmaz. Okudukça gözlerimden sanki yüzüme, göğsüme doğru damla damla alev parçaları saçıldı... Bilmem sütannem getirdiği zaman nasıl arımdan yerlere geçmedim!... İnsan sevincinden ölmüyor. Lakin çıldıracak! Mektup sözünü işittiğim gibi ondan geldiğini bildim. Kendi gelse belki utanır idim de o kadar çırpınarak üzerine koşmaz idim. Gönülde keramet mi var nedir?... Bazı kere gaybı da biliyor! Ah! Benim o zaman başka kimi düşündüğüm vardı? Hâlâ kimi düşündüğüm var? Mektup babamdan da gelse yine ondan sanmaz mıydım? Belki dünyayı bildim bileli bir kere yüzünü görmeye müştak olduğum babamdan geldiğine keder ederdim... Seviyorum, sevmekten bir türlü kendimi alamıyorum, o da beni seviyor. Sevdiği mektubunda yazılı... Kendi yazısıyla yazılı... Elbette gerçektir... Hayır! Elbette gerçektir. Allah o kadar güzel bir vücudun içinde hıyanet saklamaz a. (Biraz teamülden sonra:) Kim bilir? En güzel çiçeklerin arasında yılan bulunuyor.

—Yarabbi! Yarabbi! İnsanın yüzü gibi gönlünü de meydanda yarataydın ne olurdu?

 

Abdullah Çavuşun defalarca tekrar eden “Kıyamet mi kopar?” ifadesinin hatırlatılmadığı bir Vatan Yahut Silistre oyunu olabilir mi? Vatan Şairi’nin bu eserini okumanızı tabii ki öneriyorum.