"Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti..." (Tevbe)

Yaşadığımız evler bizimdi, eşyalar bizimdi, şehirler bizim şehirlerimizdi. Şimdi hepsi yabancılaştı. Hepsinden kovulduk.

En son, kapı önündeki ayakkabıları çiftleyip düzenlemiş öyle girmiştik içeriye. Uzun zamandır yağmur yağmıyordu, o gece sağanak yağan yağmurun sevinciyle uykuya dalmıştık. Görülmemiş bir sarsıntıyla uyandık uykumuzdan. Çekmeceler açılıp kapanıyor, elbise dolapları canlanmış gibi yerinde duramıyor, yatağın altından sanki birisi yumrukluyor, bina köklerini topraktan söküp çıkarmaya çalışan bir ağaç gibi hareket ediyordu.

Uyanmaya hiç alışık olmadığımız bir saatte uyandırıldık. Yarına dair bütün planları, endişeleri, kendimize dair ne varsa her şeyi unutturan bir sarsıntının ürpertisinde el el tutuşup ailece ölmeyi bekledik. Az sonra bina yıkılacaktı ve biz de göçüp gidecektik buralardan. Sonra sarsıntı durdu. Zemin durdu. Sustu. Evlerimizi hızlıca terkettik. Öyle valiz falan hazırlamadan, tek eşya almadan, dönüp ardımıza bakamadan...

Koca şehir dar geldi, sığamadık. Bir duvarın dibinde dahi duramadık. Bir damın altına giremedik. Bir ağacın altı bile güvenilir gelmedi. Açık arazilere, yol kenarlarına gittik, arabaların içinde bekleştik, uyuduk. Arabaya sığdık, bir kâse çorbayla doyduk, bir tek elbiseyle günler geçirdik dışarıda.

Evlerin duvarları patladı, tıka basa dolaplardan erzaklar yerlere dökülüp saçıldı, her detayına kafa yorulan evler gözden de gönülden de düştü...

Hani bizimdi ömür harcadığımız evler, hani bizimdi bu eşyalar, hani bizimdi buzdolabındaki nimetler, hani yetmezdi bir kat elbise, hani yetmezdi doymaya bir kase çorba, hani yetmezdi tek odalı bir ev yaşamaya? Wallahi bizim değilmiş, billahi yetermiş bir kat elbise, tallahi doyarmış insan bir kase çorbayla bir parça ekmekle.

Ne kadar da fazla olmuşuz şu dünyada, ne kadar da yığmışız elimize geçen ne varsa, ne kadar da yığılmışız üst üste...

Uyanmaya hiç alışık değildik o saatte, uyuyorduk.