Bu hafta uzun araştırma konularından uzak, birkaç anekdot (hikâye) nakledeyim. Araştırma yazıları epey emek vermeyi gerektiriyor. Haftada bir yazılacak konu değil. Bu yüzden bazen iki bazen üç haftada bir yazabiliyorum. Bu hafta hem kısa olsun hem de okuyanın yüzünde tebessüm oluştursun, hem de ibretâmiz bulunsun diye yaşanmış hikâyeler anlatacağım.
DOKSAN ÜÇ HARBİNDEN
General Gurko, Zağra’yı istiladan sonra Kızanlık’a dönüşünde hamama gitmiş. Tercümanı olan bir Bulgar vasıtasıyla hamam sahibi Kâmil Bey’e:
- “Askerimi hamama göndereceğim. Nefer başına kaç kuruş alacaksın?” demiş. Kâmil Bey:
- “Para istemem. Asker gelip yıkansın…” dediği halde tercüman Bulgar, Müslümanlar aleyhinde generalin gazabını uyandırmak için, onun cevabını değiştirerek:
- “Nefer başı birer ruble alırım diyor.” Cevabını vermiş.
Gurko’nun kızarak:
- “Bir ruble pek çok. Birer frank’a kabul etsin” demesi üzerine de Kâmil Bey’e dönüp:
- “General parasız olmaz, bir fiyat söylesin, diyor” demiş.
Lisan bilmeyen Kâmil Bey yine:
- “Affetsinler, bir para istemem ve memnuniyetle askerlerini yıkarım” deyince hain Bulgar Generale:
- “Efendim, bu Türk birer rubleden aşağı olmaz. Kendileri bilir” şeklinde çevirip söylemiş.
Bu sırada Generalin hizmetinde bulunan bir Tatar Müslüman asker, hemen Generali usulleri üzere selamlayıp, Kâmil Bey’in cevaplarını ve tercüman hain Bulgar’ın yanlış söylediğini tamamen ifade etmiş.
Bunun üzerine Gurko Bulgar’ı şiddetle azarlayıp kovmuş ve Kâmil Bey’e pek çok iltifatta bulunmuş.
Bu hadiseyi Kâmil Bey’in kendisinden işittim.
Bulgar hainleri bu tür iftiralarla da pek çok Müslümanı öldürttüler.[1]
“MEN Kİ BAHÇESARAYLIYEM…”
Efendim, bir zamanlar kupürcülük yaptım. Gazetelerde çıkan ve daha sonra da bir türlü piyasaya kitap olarak dahi çıkmamış yahut çıktıysa da bilinmemiş, öyle güzel yazılar, anekdotlar olur ki, bunların kesilip saklanması çok önemlidir.
Bugün sizlerle, bundan 45 yıl kadar önce Tercüman Gazetesi’nde çıkan, sakladığım kupürdeki bir anekdotu paylaşmak istiyorum. Ne yazık ki yazarı imza olarak (İ.B.) yazmış. İlhan Bardakçı olabilir mi acaba? Bunları bilemiyorum, kesin bilen birisi olur da bana bildirir ise memnun olacağım.
Buyurun anekdota:
Basınımızın yeri doldurulmayacak renkli simalarından rahmetli Ulunay anlatırdı. Ulunay, yani Ref’i Cevat Bey, henüz Galatasaray Sultanisinde talebe veya yeni mezun… Babası Sinop’ta vali veya yüksek bir görevli. Günlerden bir gün Sinop Limanı’na bir Rus gemisinin nezaket ziyaretinde bulunacağı haberi gelir. Şehrin yetkililerini bir telaş alır ki, sormayın. Ulunay’ın daha sonra Atatürk gelmeden önce Ankara valisi olan babası Muhittin Paşa, telaşlananların başında. Gemi kumandanı Rus subayı, şehri ziyarete gelecek. Sonra kendisi gemiye gidecek. Karşılıklı konuşmalar yapılacak. Peki, amma, Muhittin Paşa bu konuşmaya hazır ve istekli değil. İyice bunaldığı bir sırada, Ulunay, babasının imdadına yetişir.
"Siz merak etmeyin” der. “Siz konuşun ben tercüme ederim Fransızca ’ya…”
“İyi ama oğlum” diye cevap verir paşa. “Ne söyleyeceğim?”
Ulunay zeki insandır, çareyi bulur.
“Siz” der “Masada Yâsin suresini ağır ağır okuyun… Ben kendime göre tercüme ederim. Hoş geldin konuşmasını bu şekilde tamamlarız."
Muhittin Paşa’nın gözü tutmaz, ama başka çaresi de yoktur. Gemiye gidilir. Sofraya oturulur. Kumandan Fransızca olarak “Hoş Geldin” konuşmasını yapar. Arkasından Muhittin Paşa ayağa kalkar ve anlaştıkları şekilde Yâsin Suresi’ni ağır ağır okumaya başlar. Her âyetin sonunda durur ve Ulunay tercümeye başlar “Geminizin Osmanlı ülkesine yaptığı bu ziyareti memnuniyetle karşılıyoruz” gibi… Nutuk böylece devam edip sona erdikten sonra, Rus kumandanı, “Bu sefer” der “şerbetimi, bu mükemmel tercümeyi yapmış olan delikanlının şerefine içmek istiyorum.”
Muhittin Paşa rahatlar. Oğluna sevgi ve teşekkür dolu gözlerle bakar.
Ve nihayet geminin sancağı selamlanarak karaya çıkma vakti gelir. Kumandan, herkesin elini ayrı ayrı sıkar ve en sondaki Ulunay’a sıra geldiği zaman kulağına eğilerek hafif bir sesle;
“Delikanlı” diye Türkçe konuşur, “Men ki Bahçesaraylı ’yem, Türkçe bilirem. Yâsin Suresi'ni öyle bir tercüme ettin ki hayran olmuşem.!..” (İ.B.)[2]
YERİN KULAĞI VAR – NAMIK KEMAL’DEN
“Dikkatli konuş düşman da dinliyor” denilmiş, Atasözlerimizden biri de; “Boğaz dokuz boğumdur, yutkuna yutkuna konuş”…
Namık Kemal dostu Şekip Arslan’a anlatmış:
Namık Kemal bir gün Şark Ekspresiyle İstanbul’dan İsviçre’ye gidiyormuş. Yanında bazı edipler de bulunmaktaymış. Trende bir de ecnebi yaşlı bir kadın varmış. Namık Kemal arkadaşlarıyla birlikte sohbete başlamış. Karşılıklı şiir okumuşlar ve karşılarında bulunan bu ak saçlı acuze kadınla birlikte yolculuk yaptıklarından söz etmişler bu konuda konuşup epeyce gevezelik etmişler. Yaşlı kadınsa karşılarında tıpkı bir heykel gibi duruyor, hiçbir şeyden söz etmiyor konuşmuyor, gülümsemiyor, surat asmıyor ve can sıkıntısı göstermiyormuş.
Lozan’a yaklaştıklarında yaşlı kadın onlara doğru yönelerek güzel bir Türkçe ile Türk ediplerini dinlemekten memnun olduğunu, bir süreden beri Türkçeyi hiç konuşmadığını ve kendilerini bizzat tanıdığını söylemiş. Bu kadın İngiltere’nin eski İstanbul Büyükelçisinin hanımıymış.
Namık Kemal ve arkadaşları beyinlerinden vurulmuşa dönmüşler. Çünkü ağızlarına geleni düşünmeden konuşmuşlar ve bu sözlerin hepsi edepli değilmiş. Elçinin hanımı ertesi gün Lozan kentindeki evinde çaya davet etmiş.
Namık Kemal ve arkadaşları kadının davetinden kurtulmak istemişler. Ancak kadın ısrarlı davranmış. Onlara gittikleri evi bilen birisini göndermiş. Namık Kemal ve arkadaşları hiç istemedikleri halde davete gitmek zorunda kalmışlar, utançlarından ne diyeceklerini bilememişler. Kadının bir sürü genç ve güzel hanımı da davet ettiğini görmüşler. Bu yaşlı kadın, Türk edibine ve arkadaşlarına özür dileyecek bir fırsat bırakmamış. Sonra onları yanındaki genç ve güzel hanımlarla birlikte sanki her birisi hizmetçi ve nedimesiymiş gibi kapıya kadar geçirmiş. İngiliz kadını, terndeki arkadaşlarının beyinlerine böylece ezici bir darbe indirmiş. [3]
BU DA BİR BAŞKA HİKÂYE…
İngilizler haber almada dünyanın en bilgili, öfkesini yutmakta en güçlü milletidir. Bir seferinde İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi, ülkesinin Şam’daki konsolosuna Birinci Dünya Savaşından yaklaşık iki ay önce şöyle bir haber göndermiş: “Üst rütbeli iki Türk zabit, İstanbul’dan Filistin’e doğru yola çıktı. Maksatlarının ne olduğu bilinmiyor.”
Büyükelçi Şam konsolosundan zabitlerin Filistin’e neden gittiklerini öğrenmesini istemiş. Konsolos söz konusu iki zabiti araştırmış ve onların Filistin’e doğru yola çıktıklarını öğrenmiş sonra yanına iki sele dolusu yiyecek ve içecek maddesi almış. Bu iki zabitin Filistin trenine binmelerinin fırsatını kollamış ve nihayet onlarla birlikte trene binmiş. Bu iki zabit kendisiyle Fransızca konuşmuş. Konsolos onlara Amerikalı bir turist olduğunu, İngilizceden başka bir dil bilmediğini söylemiş. Sonra İngilizce bir kitap çıkararak okumaya ve ilgisiz görünmeye başlamış. Ardından seleyi ortaya çıkararak bir şişe viski açmış ve bu iki Osmanlı zabitine iki kadeh alma teklifinde bulunmuş. Zabitler de onun bu kibar davetine icabet etmişler. Sonra kendisi de içmiş ve onlara yudumlayacak içki vermiş. Ardından Osmanlı zabitleri sohbete koyulmuşlar. Bir diğerine:“Konuşalım. Bu herif hayvanın teki!. Nasıl olsa bizi anlamıyor” demiş.
Oysa konsolos gayet iyi Türkçe biliyormuş. Tren Semh istasyonuna varır varmaz bu iki zabitin ne maksatla Filistin’e gittiklerini öğrenmiş. İki selesini de atıp trenden inmiş ve ahbaplarını selamlayarak veda etmiş. Sonra Şam trenini bekleyip ona binmiş. Ardından Büyükelçisine bu iki zabitin sırrını yazıyla bildirmiş.[4]
BU DA HACCAC’DAN:
Derler ki, Haccac-ı Zâlim bir gün yerel kabile diliyle de konuşan bir adamın boynunun vurulmasını emreder.
Kabile adamı bunun üzerine Haccac-ı Zâlim’e ağzına gelen küfürleri sıralar. O kabile dilini bilen adam vardır yanında Haccac’ın. Ona sorar:
-“Ne diyor nu adam?” Adam açıklar:
-“Sen koskoca Sultansın. En ufak kusuru büyütmemektir. Büyük adama büyük hareket yakışır. Affetmek büyüklüğün şanındandır” diyor.
Bunun üzerine Haccac adamın serbest bırakılmasını emreder. Adamı bırakırlar. Bu arada bir adam Haccac’ın huzuruna gelerek:
-“Adamın dediklerinin kendisine yanlış tercüme edildiğini, gerçekte adamın son derece galiz küfürler ettiğini” söyledi.
Bunun üzerine gerçeğe muttali olan Haccac:
-“Sen doğruyu söyledin, bu yanlış söyledi. Amma onun yanlışı senin doğrundan hayırlıdır” der.
Efendim Cumanın hayrı ve bereketi üzerinize olsun.
[1] Zağra Müftüsünün Hatıraları, Tercüman 1001 Temel Eser, sh: 83-84
[2] İbrahim Yıldırım, Geçmişle Başlar Gelecek, sh: 241
[3] Muhammed Kürd Ali, Bir Osmanlı-Arap Gazetecinin Anıları, Klasik yy İst-2006sh: 157
[4] Muhammed Kürd Ali, ag.e sh: 158
TERCÜME – TERCÜMAN
İbrahim Yıldırım
Yorumlar