Bilime ve bilimsel düşünceye önem veren, yaşadığı dönemdeki bilimsel gelişmeleri takip eden, insanın doğanın bir parçası olarak diğer canlılardan pek bir farkının olmadığını ve onun kurallarına uymak zorunda olduğunu eserlerinde genellikle dile getiren ve bu düşünceleri işlerken de pek çok bilgin, düşünür ve yapıttan yararlanan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinden Efsuncu Baba da bu niteliklere haiz bir anlatıdır.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, 1924 yılında yayımlanan ve on bölümden oluşan Efsuncu Baba adlı yapıtı Binbirdirek’te ipek iplik eğirerek hayatlarını kazanan Agop ve Kirkor adlı iki Ermeni gencin söyledikleriyle başlıyor. Romanda anlatılan olayların geçtiği yer olan “Binbirdirek”, aynı zamanda meddahlar tarafından anlatılan gerçekçi bir halk hikâyesinin de adıdır.

İki arkadaş ip sarma işiyle uğraşıyorlar. Çalıştıkları yer yerin altında. Bir gün Ebulfazl Enveri Efendi çalıştıkları mağaraya girer. Adamın öyle tuhaf bir görünüşü var ki Agop ve Kirkor’un dikkatini çekiyor. Enveri mağaranın içine adımlarını atarken garip bir şekilde duvarlara doğru bir şeyler mırıldanır. Mağarada çalışan iki adamın dikkatini çeken bu olay, onların sohbeti bırakmalarına neden olur. Enveri’nin iki arkadaş tarafından kendisine yardım için gönderilen melek olduğunu iddia eder. Daha doğrusu Enverİ durumu böyle sunuyor. Enveri bu mağarada büyük bir hazine olduğunu iki arkadaşa bildirir. Bu durumu ve duvardaki resimleri öyle yorumluyor ki iki arkadaş onun gerçekten bir melek olduğuna inanıyor. Enveri aslında simyacılardan Nasrullah Efendi’nin oğludur. Nasrullah Efendi, altın bileşimi ile efsanevi şimşir taşını bulmak için büyük çaba sarf etmiştir. Ne yaptıysa bu sırrına ulaşamamıştır. Vefat edince kütüphanesini oğlu Enveri’ye vasiyet etmiştir. Enveri, çocukluğundan beri babasından böyle şeyler görmüştür. Büyünün babasının ölümünden sonra da devam ettiğine inanmış ve bunu böyle bilmektedir. Babasının devasa kütüphanesinde yaptığı araştırmalar sonucunda İstanbul’daki tüm hazineleri gösteren bir kitaba ulaşır. Hazine Edirnekapı ile Topkapı arasında gömülüdür. Anahtar Binbirdirek’teydi. Lahur ve Mahur’u evinde misafir etmeye başlar. Bu ikisi tılsımı ararken Enveri’nin kızına talip olurlar. Enveri ise kızının davasını şanssız günlere denk geldiği için reddeder. Tüm zihnini sadece hazineyi bulmaya adar. Lahur ve Mahur melekleri de alarak kuyuya inerler. Mahur zorla ikna edilerek kuyunun dibine iner. Kuyunun başında Enveri dua etmeye başlar. Dua etmeye başladıktan sonra Mahur’dan ses kesilir. Böylece tok karnına çalışmaktan ölmek üzere olan Kirkor ve Agop Efsuncu Baba’nın eşi ve kızıyla birlikte yaşadığı konağa taşınmış ve günlerinin tadını çıkarmaya başlamışlardır…

Efsuncu Baba’nın başlangıcında ve sonunda bir anlatıcı görülüyor. H. Rahmi anlatmaya bir meddah edasıyla başlıyor: “Adına ‘Devr-i dilârâ’ deyip de bugüne değin hiçbir güler yüz görmediğimiz zamandan önce Fazılpafla’daki Binbirdirek’te kazazlar ipek iplik eğirirlerdi. “Bin bir direk! Sayan yok ya… bu sayıda pek mübalağa olsa gerek… Gerçeği anlamak için bu sütunları saymak, saydırmak niyetinde değiliz. Merak edenlerin keyiflerinde de karışmayız… Bu rutubetli tarihi mahzenin loş serinliği içine iki Ermeni delikanlısı elemgelerini kurmuşlar, iplik eğiriyorlar. Dünyadan çok ahret ortamına giren, yarı karanlık bu geniş çukurların içindeki tekdüzen işlerinin usancını dağıtmak için boğazlarını yırta yırta şarkı söylüyorlar. Fakat ne bestede usul var, ne güftede anlam…

Gürpınar, romanlarında, batı taklitçilerinin ve züppelerin önemli bir vasfı olan cahillik üzerinde de durur. Cahilleri aldatmanın kolaylığı, cahillerin zararlı yönleri, gerçeği bilmeyen cahillere herşeyin, her türlü yalan ve hilenin kolayca benimsetilebileceği gibi hususlar üzerinde duran yazar, Efsuncu Baba'da, “Hemen her yerde ve hele bilgi ve kültürün zayıf bulunduğu memleketlerde hile ve aldatma ile çok İş görülür” demektedir.

Esere adını veren başkahraman, Ebufazl Enverî isminde, her şeyi astrolojiye, uğura/uğursuzluğa, fallara dayandırarak yapan bir karakterdir. Bu durumu anlatmak için yazar, Ebufazl Enverî’yi şu sözlerle okuyucuya tanıtır:
“Enverî yatakta gözlerini açınca sabaha mahsus duayı okur. Sağ tarafından kalkar. Evvela sağ adımını atar. Her eşyanın herhangi bir mahalle vaz’ında gözetilecek uğurlar, uğursuzluklar vardır. Kulplu, köşeli şeyler hep kıbleye çevrilecek, maşa hiçbir vakit dikliğine konmayacak, tencereler, leğenler yüzüstü kapatılmayacak. Odalarda, mutfakta eşyanın yerleştirilmesi öyle hususi bir tertip ve kanuna tabidir ki her ne zaman bunun hilafında hareket edilse evin efendisi müsamahakârın başına kıyametleri koparır. Her işin dakika ve saniyesiyle günü, saati gözetilir. Bazen en mübrem işler, uğurlu saatine musadif olamamasından dolayı haftalarca, aylarca tehir edilir.”

Efsuncu Baba romanının önemli şahıslarından biri olan Ebulfazl Enverî Efendi’de görülen, yer altından tılsımla define çıkarma merakı, hiç şüphesiz ailesinden gelmektedir. Çünkü, “Babası Nasrullafi Efendİ’nin konağında kimyâhânesi ve gece-gündüz işler kimyâgerleri vardı...” Burada “.Nasrullah Efendi, altın bileşimiyle, her derde deva olan ve insan ömrünü sonsuz uzatan şemşirek taşını ya da ulu iksiri bulmaya uğraşıyordu. Sırların saklanması için yeraltı mahzenlerinde çalışan kimyagerlerin sakalları ağarıyor, yıllardan beri ocaklar yanıyor, potalar kaynıyor. Efendinin bu sırdaşları durmayıp çalışıyorlar. Fakat ne altın yapabiliyor, ne de her derdi iyi eden ulu iksir bulunuyordu”. Elbet böyle boş fikirlerin ve bâtıl inanışların hâkim olduğu bir aile ortamında yetişen çocukların da aynı yoldan gitmeleri, yer altından tılsımla altın çıkacağına inanmaları, gayet tabiîdir.

Efsuncu Baha'da, bazı gün ve ayların uğurlu, bazılarının da uğursuz olduğu şeklindeki yaygın bir halk inanışına da temas edilir. Meselâ romanın birinci kahramanı Ebulfazl Enverî'ye göre, “Cumartesiler uğursuzdur. Salı günü İşe başlamaz. Ayın son çarşambasını sayar. Muharremin onuna dek az su İçer. Kurban bayramlarında kesilen hayvanların kanlarına parmağını bastırır. Damga gibi alnının ortasına basar. Cinlerden, perilerden, şeytanlardan ödü kopar.” Yine ona göre, “Her eşyanın herhangi bir yere konulusunda gözetilecek uğurlar, uğursuzluklar vardır. Kulplu, köşeli şeyler hep Kıbleye çevrilecek, maşa hiçbir vakit dikliğine konmayacak; tencereler, leğenler yüz üstü kapatılmayacak; odalarda, mutfakta eşyanın yerleştirilmesi öyle özel bir düzen ve kanuna bağlıdır ki, her ne zaman buna aykırı davranılsa evin efendisi, bunu hoş görenin başına kıyametler koparır...”

“Güya bütün insanlık yalanı, dolanı ortadan kovarak adaleti ve gerçeği en üstün yerine yükseltmek için uğraşıyor. Tanrı esirgesin, böyle bir felâket olunca hep siyasetler, ticaretler, işlemler durur. Bütün dünya altüst olur. En akıllılarımız her gün aldanıyorlar, en akılsızlarımız her gün aldatıyorlar. Hepimiz daima aldanıyoruz; fakat fırsat düştükçe aldatıyoruz. Bu suretle geçim dengesini biraz düzeltebiliyoruz. Aldanıp da aldatamayanlar, işte aç kalan sürü bu zavallılardır.”

Efsuncu Baha'da, insanın yaradılıştan fenalığa karşı bir meylinin olmasını ve insanın mayasının hiç değişmeyeceğini, bunun ahlâk bozukluğunun başlıca sebepleri arasında yer aldığını belirten yazara göre, “gerçek ahlâkın dış görünüşle, birtakım yapmacık hareketlerle başkalarında dürüst ve namuslu olduğu intibaını bırakmakla herhangi bir ilgisi yoktur”.

Büyüyle, simyayla, tılsımla uğraşan; define aramak, madeni altına çevirmek, yıldıznamelerden âlemin sırrını çözmek gibi heveslere kapılmış bir zat-ı muhterem olan Efsuncu Baba’nın batıl inançların şekillendirdiği dünyasına tanık olmak isterseniz bu güzel novella sizi bekliyor.