İspanyol gribinin dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda İstanbul bir yandan yangınlarla, bir yandan da salgın hastalıkla kavrulmaktadır. Zengin fakir ayırt etmeyen hastalık, yoksul evlerine de zenginlerin köşklerine de sıçrar, girdiği hanelerden birkaç can almadan çıkmaz. Haksız kazançla zengin olanların batıl inançlarından ve korkularından faydalanmak isteyenlerse evliyalık iddiasıyla bir düzen kurup çıkar sağlamanın peşindedir. Hüseyin Rahmi Gürpınar, çelişkilerle ördüğü romanında bir dönemin bütün aksaklıklarını göz önüne sererken okuru nefes nefese bir polisiyeyle baş başa bırakıyor.
Zhienbayev ve Abdusattarova’ya göre; Salgın hastalık olarak da bilinen pandemi, tarihin en yaygın kavramlarından biridir. Türk edebiyatındaki salgın romanlar, hastalığın yetersiz beslenme ve kötü fiziksel durumla şiddetlendiğini göstermektedir. Salgınla ilgili çalışmaların, insanların inançları ve soruna çözümleriyle birlikte gerçek olaylara dayandığı görülmektedir. Türk edebiyatında salgınla ilgili çok fazla edebi eser yok. Bu bağlamda Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın "Hakka Sığındık" adlı romanı özel bir yer tutar. Gürpınar edebiyat alanında romanlarıyla tanınmaktadır. Edebi eserleri sosyal eleştiri konusunda yazılmıştır. Eserlerinde toplumdaki skandalları, cehaleti ve yanlış inançları resmetmeyi başaran yazar, eleştirilerini gerçek olaylarla bütünleştirerek dile getirir. Bazı eserlerinde olay örgüsünün dramatik görüntüsünü dolaylı olarak gösterir. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Hakka Sığındık (1919) adlı romanında İspanyol gribinin toplumsal hayata etkisi anlatılır.
Romanın birinci biriminde, İstanbul’un Hoşkadem taraflarında İspanyol nezlesi salgını yayılmaya başladığı ve ölümlere sebep olduğu tasvir edilir. Bu birimde romanın ana kahramanlarından Hacı Ferhat Efendi salgından korunmak için olabildiğince tedbirini almaya çalıştığı belirtilir. Bunun yanı sıra bu birimde, ana kahramanların yaşamından söz edilir. Hacı Ferhat Efendi, Abdülhamid dönemi harp zenginlerindendir. İki kızı vardır. Damatlarının ikisi de o dönemde “yağmur yağarken küpünü dolduran” türden birilerdir. Bitişik komşusu Hafız Ishak Efendi de, İttihat ve Terakki sayesinde zengin olmuş ve lüks içinde yaşamaktadır. İki komşu da bu haksız kazançlarını “Hacı” ve “Hafız” sıfatlarıyla dedikodudan uzak şekilde meşru gösterebilerek itibarlı yaşamaktadırlar. Buna karşı mahalle halkı büyük bir açlık ve kıltıkla pençeleşerek, ailenin hasta bireylerini kurtarmak için evin lüzumlu eşyalarını haraç mezat satmaya başlar. Mahallelilin ölümle pençeleşen bu hali karşısında bu iki aile lüksün her türlüsü içinde yaşamaktadır. Bu iki konaklara arabalar dolu erzak gelir. Sık sık ziyafetler verilir, hanımlar ve beylerle dolarevler, yerler, içerler ve eğlenirler. İkinci birim ise, Hafiz Ishak Efendi’nin bir sabah telaşla Hacı Ferhat Efendi’nin konağına geldiği ve Aptal Veli Hazretleri denen birisinden tehditname niteliğinde bir mektup geldiğini söylediği cümlelerle başlamaktadır. Bu mektupta Aptal Veli Hazretleri, Çınar semtindeki virane adresine ailedeki her bir kişi başına yüz lira gönderilmezse, İspanyol nezlesinin aileden canlar alacağı bildirilmiştir. Mektupta bu paranın nasıl gönderileceği de detaylıca anlatılmıştır. Bütün bunlardan içlerine bir şüphe getirmemeleri, zira yardımın bu zat tarafından ihtiyaç sahibi kişilere dağıtılacağı da vurgulanmıştır. Hacı Ferhat Efendi ve Hafız İshak Efendi bu konuda istişare ederler. Hacı Ferhat Efendi, herifin birisinin Aptal Veli Hazretlerinin velayetiyle, şarlatanca dolandırılıcık yaptığını, yaşadıkları dönemde geçimin iyice zorlaşması üzerine herkesin hırsızlığa, dolandırıcılığa giriştiğini ve bu olayın da onların birörneği olduğunu söyleyerek, zabıtaya bildirmeden, önemsemeyip olayın unutulmasını tavsiye eder.Üçüncü birimde, iki konşunun mektubu dikkate almadığı ve ailedeki ölüm olayları özetle şöyle anlatılmaktadır: Aptal Veli’nin ihtarname niteliğindeki mektubununüzerinden bir gün geçmeden Hafiz İshak Efendi’nin torunu Hadiye birdenbire hastalanır ve ölür. Arkasından aynı hastalıktan annesi Sadiye ölür. Onun ardından da ailenin yegâne oğlu Enver Bey yüksek ateşle hastalanır ve ölür. On gün içinde aileden üç cenazeçıkar. Ailenin eski neşeli hali mateme dönüşür. Mahalle karılarının Hafiz İshak Efendi’nin ailesinin bu haline sevinir hali Hafız, fukaralara daha yardımsever olmaya başlar. Kendisini ibadetlere daha çok verir. Abdal Veli Hazretlerini dinlemediğine çok pişman olur. Dördüncü birimde, tedirginlik halindeki mahalle sakinlerinin salgından kurtulmak için çeşitli çözümler aramaya başladığı dikkatlere sunulmaktadır. “Gelinin Sadiye, kerimesi Hadiye, oğlun Enver, ölecekler birer birer...” sözleri üzerine artık Veli’nin kerametine inanmaya başlar. İki komşu Aptal Veli Hazretlerinin metubunu okurken, Hacı Ferhat Efendi’nin uşağı Ahmet bir mektup getirir. Mektupta “malum adrese beş yüzer lira göndermezseniz, kerimelerinizden Narin ile Nermin’in ve aile bireylerinden diğerlerinin çok yakında İspanyol nezlesinden ölecek”leri ikaz edilir. Beşinci bölümde, ailenin kısa zaman içerisinde bu parayı tedarik edip göndermesi dile getirilir. Bu bölümde roman kişilerinin tedirgin durumu yansıtılmaktadır. Narin Hanım’ın aniden başlayan rahatsızlığı ve ölümünün İspanyol nezlesi ile ilintilendirilmesine dönük söylenen “Bütün mahalle İspanyol dehşetiyle titriyor. Mahalle bekçisi bile öğrenmiş... bir kere soruyor. İspanyola mı? Lakin mahalleye haber çabuk yayılır. ‘Hacının büyük kızı İspanyola tutulmuş’” sözleri ve Salgının ortaya çıkması Salgının topluma etkisi Salgının can almasıSalgından kurtulmak için çözüm aranması Dikkatsizlik ve tedirginliğin doğurduğu sonuçlar hemen gerçekleşen ölümü, salgınla şekillenmiş atmosferi ortaya koyar. Bu korku atmosferi başka ölümlerle katlanarak devam eder. Narin Hanım’ın ölümünü takiben hastalığın bulaştığı hizmetçilerden birinin ölümüyle “Konağın içini matemle beraber büyük bir korku alır.” Gribin sebep olduğu diğer ölümler de göz önüne alındığında toplumda dikkat çekecek tarzda bir korkunun hâkim olduğu görülür. Babası ve annesi küçük yaşta ölen Mustafa’nın gribin ‘bir özelliği olan boğmaca’ öksürüğünden ölümü, cenazesi için gelen belediye görevlilerin getirdikleri tabutta iki çocuk cesedine salgın dönemlerindeki gibi kireçleme işlemi yapmaları, aynı işlemi Mustafa için gerçekleştirmeleri salgının sebep olduğu tedirginlik ve korkuya dair verilerdir. Salgının oluşturduğu korkuya yönelik diğer bir ifade Gazeteci Nüzhet Ulvi’nin hayatını kaybeden küçük Mustafa’nın ablaları Huriye ve Nuriye’yi sokaktan alıp eve götürdüğünde bilinçaltında geçenlerdir. Ortaya çıkan bu söylemler, salgının kişiyi ikilem ve şüphe içerisine bıraktığı görülür: Salgın, oluşturduğu korku ile insanların yaşamını denetleyerek, onların neyi yapıp yapmayacakları noktasında belirleyici olur. Sonuç itibariyle romanda çizilen İstanbul tablosu kargaşa, karamsarlık ve umutsuzlukla özdeşleşir.
“Hacı Ferhat Efendi, Hoşkadem mahallesinde konak yavrusu güzel bir evin sahibidir. Yaşı altmışı geçmiş, yaşlandıkça hayata muhabbeti artmıştı; hastalıktan korkar, aile efradının sıhhati üzerine de titrerdi; İspanyol nezlesinin mahalleye böyle şiddetlı savleti, Efendinin merakını arttırdı; uykularını kaçırdı; Allaha imanı pek kavi olmakla beraber tedbirlerde kusur etmemeye uğraşıyordu; evinde sıhhi tekayyüdata ihtimamı ziyadeleştirdi; misafir kabul etmiyor ve evdekileri hiçbir yere ziyarete göndermiyordu”
“Hacı Ferhat Efendi, devri Hamidinin bal tutup da parmak yalayanlarındandır; her devirde hakim bir kuvvet vardır; ona tabaiyet, zamanenin hikmeti sayılır; vatanperverlik ve hamiyetini bu felsefeye uydurarak küplerini doldurmayı bilenler bu memlekete müreffehen yaşarlar; bu hikmeti idarenin zıttına gidenler, dedikodular içinde boğularak asılırlar, kesilirler, sürülürler... sürülürler...”
“Hacı Ferhat Efendi’nin, Hafız İshak Efendi namında, bahçe duvarları muttasıl bir komşusu vardır; servet ve refahta bu aile omuz omuza öpüşürler; Hafız İshak hem mebus, hem iaşe heyetinin rüknüdür; oğlunu, kardeşini, yeğenlerini, bazı haşeratın etler, meyvalar üzerine kendi kendilerine canlanıp semirmeleri için yumurta bırakmaları kabilinden, su başlarına; yiyinti noktalarına, yağma mahallerine yerleştirmişti; bunlarda doymak bilmez bir açlık vardı; kâinatın bütün gıda hissesini kendi midelerine çevirmek kabil ola pervasızca buna cüret edecekler ve âlemin açlıktan öldüğünü, nasibin kendi lehlerine lütfetiği bir hadise gibi temaşadan belki mahzuz olacaklardı”
“Hacı Ferhat Efendi, devri Hamidinin bal tutup da parmakyalayanlarındandır; her devirde hâkim bir kuvvet vardır; ona tabaiyet, zamaneninhikmeti sayılır; vatanperverlik ve hamiyetini bu felsefeye uydurarak küplerini doldurmayı bilenler bu memlekete müreffehen yaşarlar; bu hikmeti idarenin zıttınagidenler, dedikodular içinde boğularak asılırlar, kesilirler, sürülürler... sürülürler...”
“Mahalle böyle bir maişet cehenneminde yanarken Hafız İshak Efendi’nin evine bilmem neredekimandırasından güğüm güğüm halis sütler, teneke teneke kaymaklar, kase kase yoğurtlar geliyordu; piyasadan çekilen şekerler, unlar, yağlar sanki saklambaç oynar gibi bu iki haneye gelip gizleniyorlardi; her taraftan yok ola şeyler adi zamanlara nisbet kabul etmez bir bollukla bu evlere doluyordu. Herkesin gırtlağını dağlıyan, dillerini kurutan “yok” laszı bu aileler için bimana idi. Odunlar, kömürler, manda arabalarıyla taşınıyor; o koca koca meşe kütükleri yarmakla bitip tükenmiyordu; kıtlığın her tarafı birer iskelet gibi kurutup bitirdiği bu hengâmede bütün bu şeyler hangi hazineyi kayıptan tedarik olunuyordu? İki konağın bütün odalarına kurulu soba bacaları daime tüter, fırıldaklar fırıl fırıl döner, âlem sancısını geçirmek için bir tuğla parçası ısıtacak ve hastasına bir çorba pişirecek kadar ateş bulamazken bu Hacı ve Hafiz efendilerin konakları kanunlarda mutfaklarından tavan aralarına kadar ılık bir myıs havasiyle meşbu bulunurdu”
Abdal Veli, Hacı Ferhat Efendi ve Hafız İshak Efendi’nin mallarının fakirlere sızdırlması olayında bir dâhil olmayıp, halk tarafından kendisine izafe edilen evliyalık sıfatından dolayı ismiNüzhet Ulvi Bey tarafından kullanılan meczup birisidir. İsmi bile söylenmeyen bu kişinin işlevi, kendisine affedilen evliyalıkın kullanılmasıdır. Romanda şu özellikleriyle tanıtılır:
“Hazret-i Aptal, rengi ve kumaşı keşfedilmiye muhtaç, ta koltuklarının altından bağlanmış, partal, mundar bir şalvarın içinde vücudünün üç rubu boğulmuş bir çocuk saffet ve masumiyetle, mütevahhiş ve gayr-i memnun bir nazarla gelenlere bakıyordu. Cildi beyaz ve yanakları ağacından kopmamış olgun bir Amasya elması gibi kırmızıydı. Fakat durmaz sızan iki menba gibi akları kanlı iri gözlerinin akıntılariyle, burun ve ağzından daima köpürerek taşan ifrazat-ı veçhiyesinin kirleri içinde. Renginin o taraveti iğrenç bir hal alıyordu. Yaşı kaçtı? Allah bilir. En müdekkik bir nazar bunu tahmin edemezdi. O büyümüş, tekrar küçülerek ihtiyarlamaktan muafiyet kazanmış bir devrei müstesnada demirlemiş gibiydi. Parmakları güdük, yumuk yumuk bodur elleri, sustaya hazırlanan bir Buldok vaziyetinde iki yandan göğsüne doğru sarkık duruyordu. Yineöyle bodur, soğuktan şişmiş ve kıp kırmızı koçan kesilmiş zannolunan ve toprağın rutubeti içine gömülmüş ayaklar tabiatin sıcak ve soğuğu ile ülfet etmiş hayvani bir manzara almıştı. Mevsimin tesirine karşı hissiz bulunan göğüs, yarısına kadar açık bağrının bıngıl bıngıl pembe teni görünüyordu. Çehresi iri, toparlak, burnu ufak, sakalı köse, bıyıkları seyrek ve kısaydı. Yırtmacı geniş ağzının kalın ve mor dudaklarında dünyaya dargın bakan gözlerinin hoşnutsuzluğiyle hem ahenk bir somurtkanlık, bir âdem-i tenezzül, bir sabır ve tevekkül vardi. Simasının en bariz meali insanlıkla hayvanlık arasında bir eblemiyet, bir anutluk, bir vurdumduymazlık, daimi ve kesif bir dalgınlık haliydi.”
Gürpınar’ın toplumsal eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve dinin nasıl bir uyutma aracı olduğunu sözü fazla dolandırmadan dile getirdiği 1919 tarihli bu romanı okunmaya değer nitelikler taşıyor…