(Yeri gelmişken Katar’ın da dâhil olduğu Büldanü’l Arap’ın elimizden nasıl çıktığına kısaca değinmek gerekiyor.)İngilizlerin 1800’lerin başından beri yürüttükleri büyük planı gerçek manasıyla uygulamalarının önündeki en büyük engel-her ne kadar hakiki manasını kaybetmiş olsa da- Osmanlı'nın uhdesinde bulunan hilafet sıfatıydı.1900'lere gelindiğinde İngilizler, Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalama plan ve stratejilerini tatbikat safhasına koydular... Esasında daha önce altyapısı oluşturulan bu bölgeyi Osmanlı'nın elinden çekip alma hususunda uygun zemin ortaya çıkıncaya kadar sabırla bekliyorlardı...
Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın Necid bölgesindeki Vehhabi ayaklanmasını tenkîl yöntemi sonrasında Suud ailesinden 50 kişinin idam edilerek İstanbul Galata Köprüsü'nde günlerce teşhir edilmesi Necid bölgesindeki bağımsızlık fikrinin yaygınlaşmasına sebep olmuştu fakat ortamın bir isyan için müsait olmaması Suudilerin isyanı ertelemelerini mecbur kılıyordu. Haremeyn bölgesinin Osmanlı Devleti tarafından tanınan emiri Şerif Hüseyin, tasavvufî yapısından dolayı Vehhabi anlayışındaki Suudi varlığına iyi gözle bakmıyordu; hakeza, Suudiler de Haşimi soyundan gelen Şerif Hüseyin 'in dini anlayışını şirk olarak değerlendiriyorlardı...
İttihat ve Terakkiciler tarafından Abdülhamit'in hall edilmesiyle, İngilizler tarafından eşzamanlı ve çift yönlü yürütülen gizli planın uygulanma aşamasına geçiş daha da hızlandı. İngilizler, görünürde Arap coğrafyasında bağımsız büyük bir Arap devleti kurma taraftarı imiş gibi hem Suudi ailesine hem de Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e ayrı ayrı telkinde bulunarak onların örgütlenmesini organize ediyordu.
Şerif Hüseyin, 2.Abdülhamit tarafından Mekke Emiri olarak görevlendirilinceye kadar Osmanlı Meclisi'nde Şurayı Devlet azalığı yapmıştı. Cemal Paşa'nın Suriye'de yaptığı idamlar, Arap milliyetçilerinin işine geldiği gibi İngilizlerin ilmek ilmek dokuduğu planı uygulamak için büyük bir fırsat sunuyordu. Şartların olgunlaştığını düşündükleri vakit 1.Dünya Savaşı sırasında geldi. Birçok cephede savaşan Osmanlı Devleti Suriye’de ve Hicaz bölgesindeki askeri güçlerinin bir kısmını diğer cepheleri takviye amacıyla çekmek zorunda kalınca İngilizler, Ceziretü’l Arap’ı, Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e verme vaadiyle koparma aşamasına geçtiler.
Sonrası malum zaten; Osmanlı’nın yenik sayıldığı 1.Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmalardan birisi de Mondros Ateşkes Antlaşması' dır. Bu Antlaşma ile Osmanlı Devleti Arap coğrafyasını terke zorlanıyordu... Şerif Hüseyin’in Kıbrıs’ta ölmeden önce söylediği şu sözleri, oğlu Ürdün Kralı Emir Abdullah tarafından tarihe not edilmiş vaziyette: “Bu bizim başımıza gelenler ve gelecekler, ekmek kapımız, koruyucumuz ve asırlar boyu efendimiz olan Osmanlı Devleti’ne karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların ilahi bir cezasıdır”. Yine şu ifadeler de Şerif Hüseyin’e aittir: “Ben velinimetime isyan etmiş asi bir kulum. Kral olacağımı sandım, Allah beni sürgünlüğe düşürdü. Hasta oldum, buraya sığındım. Duyduğum vicdan azabının şiddeti büsbütün artsın; bu dünyada çektiğim ızdıraptan artan vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette hesap gününde daha büyük cezadan korusun. Osmanlı birliklerinin kutsal topraklardan çekilmesinden sonra Suudi kuvvetleri 8 Cemaziyelahir 1344/24 Aralık 1925’te Cidde’ye girmiş, 1926 yılında Hicaz’daki Haşimi varlığının son kalıntıları da bu bölgeden atılmıştı. Bu bahsi fazla uzatmadan şunu söyleyeyim; evet hoşumuza gitmiyor, hüzünleniyor hatta kızıyoruz, fakat emirlerin aslı Resulullah'ın şu beyanına göre değerlendirilir: “Kaderullahi ve ma şae feale/ İlahî takdir, makdûr olunduğu gibi tecellî eder".
1926 ya kadar Mekke- Medine Haşimi ailesinin elinde iken İngiliz planı gereğince bütün Harameyn mıntıkası Suudilerin eline geçti. Ancak Suudi Arabistan’ın doğal bir uzantısı olan Katar ise 1971’e kadar İngiliz sömürgesi olarak kaldı. Uzak görüşlü cin fikirli Britanya siyaseti bunu zaruri görüyordu. Katar’ın ,doğal gaz kaynakları keşfedilmeden evvel en önemli geçim kaynakları, 1949 ‘da keşfedilen petrol , derin denizden çıkarılan dünyanın en nadide incileri ve balıkçılıktı .
Ilıman iklimi ( ki limon ve hünnap ağaçlarını gördüm) dolayısıyla meyve yetiştiriciliği yapılacak imkânı olmasına rağmen bu yönde her hangi bir gelişme görülmeyen bu küçük ülkenin kaderi 1971’de bulunan doğal gaz ile tamamen değişince, eski geçim kaynakları tarihin konusu oldu. Artık tarım, meyve sebze vb yetiştiriciliği ölü... Ne ihtiyaç varsa dünyanın dört bir tarafından ithal ediyorlar...
Suud ile Katar arasındaki ortak yön sadece tarihi birlik değil. Mezhepleri( Hanbeli, Vehhabi), örf ve adetleri, ,resmi çalışma günleri, tatilleri, trafik yapısı, yol sistemi, mimarisi, yaşam tarzı, cami hayatı, sosyal hayat, lüks,gösteriş, para birimi ,para çeşitleri , hatta değerine kadar neredeyse fotokopisi...Katar 'ın nüfusu biraz daha az , dolayısıyla daha zengin ve bu zenginlik her yerde kendini gösteriyor...