Osmanlı, Avrupa'nın kalbi sayılan şehirlerden Viyana'yı iki defa kuşattı. 1529 ve 1683 tarihli bu iki kuşatmadan netice alınamadı. Ancak Viyanalılar bunları hiç unutmadı! Şehrin her yanında, o devirden kalma hatıralar var.
Osmanlı çadırlarında bulunan çiğ kahve çekirdekleri sayesinde, Viyanalılar kahve tiryakisi olmuş, Viyana da kahvesi ve kahvehaneleriyle tanınmıştır. Kuşatma sırasında tercümanlık maksadıyla Osmanlı hatlarına girip çıkan Leh Yahudisi Kolschitzky, herkesin deve yemi zannettiği çuval içindeki çekirdekleri tanıyıp satın alarak çeşitli tecrübelerden sonra süt ve şeker eklemek suretiyle bugün Melange denilen an'anevî Viyana kahvesini bulmuş; şehirdeki ilk kahvehaneyi açmıştır.
Almanların kipferl (hilâl) dedikleri kruvasan da Viyana kuşatmasından kalmadır. Şehir kurtulunca, bunun sevinciyle pastacılar, Türklerden öğrendikleri milföy hamuruyla hilâl şeklinde bir çörek yapmış ve Viyana kahvesi yanında yenmesi âdet olmuştur. Alman prensesleri vasıtasıyla Fransa'ya getirilmiş; adına kruvasan (mukaddes haç) denilmiş ve buradan dünyaya yayılmıştır.
2. Viyana kuşatması ile ilgili bir çok hikaye anlatılmaktadır. Örneğin son çare olarak Osmanlı ordusundaki lağımcıların patlayıcı yerleştirmek üzere gece sur altlarını kazmaya başlamaları, bu gürültüleri duyan ve yerin altında sabah ekmek yapan fırıncıların durumu komutanlara haber vererek kahraman olmaları anlatılanların başında gelmektedir. Kuşatma öncesi pide gibi düz hazırlanan ‘Croissant’ (Krosan Çöreği) Viyanalı fırıncılar tarafından kuşatma sonrası kahraman ilan edilen Polonya Kralı Sobieski’ye Osmanlı Sancağı üzerindeki hilali andıran şekli ile sunulmuş ve sonrasında tüm Avrupa’ya ‘Viyana Çöreği’ (Viennoiserie) olarak yayılmıştır. Hatta eşi XVI. Louis ile giyotin kurbanı olan Viyanalı Marie Antoinette, tam adı ile Maria Antonia Josepha Johanna de Habsbourg-Lorraine, Fransa’ya gelin giderken bu alışkanlığı da yanında götürmüş ve Fransızları bu tat ile tanıştırmıştır.
Ağustos ayındaki gezimizde Viyana’daki Türk izlerini gezip görme fırsatını buldum. Çerkez Dayı heykelini,Kahlenberg tepesini, Türk süvarisini vs. gezip yerinde gördüm. Şehirdeki Türk izlerini fotoğraflarken gözler üzerimizdeydi. Biz araba ile gitmemize otellerde kalmamıza rağmen gerçekten çok yorulduk. Atalarımız binlerce km yolu at üstünde nasıl gitmiş, nerede nasıl yatıp konaklamış, ne yiyip ne içmişler? şimdi daha iyi anladık. Onları bu yola çıkaran ülküsünü, Kızılelma sevdasını bilmeden anlamaya çalışmak zor olsa gerek. Gezimizin bir amacı Avrupa’daki Türk izlerini yakinen görmek, bir amacı da ecdadımızı hissedebilmekti.
Kahlenberg Tepesini gezerken doğal olarak Türklerle de karşılaştık. Bir ara birisi “bizim buralarda ne işimiz vardı” dedi. Ben ecdadımızın izlerini görebilmek için binlerce km yol kat ederken, Viyana’da yaşayan bizden birisi “bizim buralarda ne işimiz vardı” diyebiliyordu. Ne diyeyim Allah herkesin gönlüne göre versin