İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda, son iki yüzyılın birçok yanılgısını hakikatmiş gibi insanlara dikte ettirmeyi marifet saymaya devam ediyoruz. Kabul etmek gerekir ki insanlık; sanayi devrimi, bilimsel buluşlar ve teknolojik icatlarla hayallerin fevkinde bir ilerleme kaydetti. Fakat Hz. Âdem’den günümüze kadar biriktirdiğimiz insani değerler (ki birçoğu semavi kökenlidir ve Peygamberlerin örnekliğinde ortak hafızamıza nakşedilmiştir) kaybedilmek üzere. Batılılaşmanın politik bir tercih olarak kabul edildiği günden başlayarak günümüze gelinceye kadar geçen zaman zarfında belirgin bir toplumsal değişim, bozulma, başkalaşma, dağılma, kültürel yozlaşma ve ahlaki gerileme yaşıyoruz. Toplumsal bağlarımız iyice zayıfladı. Toplumsallık anlayışı, yerini aşırı bireyselcilik anlayışına bıraktı. Asırlara baliğ tecrübe edilmiş değerlerimiz, değersizleştirme operasyonuna maruz kalarak terkedildi; hatta çağdaş mahalle baskısıyla bu değerleri sahiplenmek bile çağdışı kabul edilir oldu. Ortak kültürümüzü teşkil eden gelenek-göreneklerimiz TV’nin yayına başlamasıyla birlikte yoğun bir ABD ve Batı kültürünün bombardımanına uğradı. Görsel medyanın sosyal yapıda ve kültürel değişimde ne kadar etkili olduğu konusunda yapılan bilimsel araştırmalar bu görüşleri te’yit etmektedir.
Köy hayatının cazibesini kaybetmesi, yanlış şehre göçün plansız ve vizyonsuz bir biçimde teşvik edilmesi ile Osmanlı bakiyesi köklü şehir kültürü de bozuldu. Böyle bir vasatta kültürel hücuma daha fazla dayanamayan toplum 30-40 yıllık bir zaman zarfında başlangıçta sadece filmlerde gördüğü, dudak büktüğü ve ayıpladığı birçok kurgunun hayatının bir parçası olduğuna şahit oluverdi. Geniş ailenin çekirdek aileyle yer değiştirmesi de bu zaman zarfında tahakkuk etti.
İbn Haldun’un Mukaddimesinde -isabetle belirttiği gibi- mağlup olanın galibi taklit etmesi temel bir toplumsal kuraldır. Nitekim İslam âlemi, son 200 yıldan beri yaşadığı mağlubiyetler zinciri neticesinde kendi inancını, kültürünü ve değerlerini terk ederek hâkim kültüre teslim olmakta buldu kurtuluşu. Osmanlı’nın ilan ettiği Tanzimat ve Islahat Fermanları, I.ve II. Meşrutiyet girişimleri Batı karşısındaki askeri, bilimsel, kültürel ve toplumsal yenilginin devlet düzeyinde kabulünden başka bir şey değildi. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin üzerinden fazla bir zaman geçmeden 31 Mart Hadisesini bahane eden İttihatçı cuntanın Sultan II. Abdülhamit’i hal edecek planı icra etmesiyle birlikte ülkede büyük bir yıkım meydana getiren bitmek bilmeyen büyük harpler silsilesi başlamış oldu. İş bilmez, Alman aşığı üç paşa, aldıkları talihsiz kararla girdiğimiz savaşta koskoca Osmanlı İmparatorluğunu 10 yılda kurda kuşa yem ettiler. Osmanlı binası, sadece Türk toplumunun değil Memalik-i Osmaniye’deki bütün halkların üzerine yıkıldı. Hilafete bağlı bütün Müslüman halklar enkaz altında kaldı.
Eğitim sisteminin 1924’te Amerikalı pozitivist eğitimci John Dewey’e havale edilmesi ve 1980’den sonra günümüze kadar da neoliberal kapitalist eğitim sisteminin cari olmasını ne ile açıklayabiliriz! Hâlbuki Osmanlı’nın son dönemine damga vuran yetkin eğitimcileri eğitim felsefesi üzerine birçok teori ileri sürmüşlerdi. Emrullah bey ve Satı beyin bu dönemdeki fikirleri okunduğunda niçin başka ülkelere ait eğitim sistemi ve eğitim felsefesinin taklit edildiğini anlamakta güçlük çekeriz. Her milletin mefkûresi farklıdır. Türk-İslam tarihi imparatorluklar tarihi olması hasebiyle özgün bir eğitim sistemi olmasını zaruri kılar.
2023 Eğitim Vizyon Belgesi 100 yıldır devam eden taklit eğitim sistemi ve eğitim felsefesinden kurtulmanın ilk adımı olabilir diye umutlanmıştım. Özellikle çift kanat metaforuyla ifade edilen eğitim felsefesine getirdiği yeni anlayış, uzun zamandan beri mevcut eğitim sistemine yönelik tenkitlerin meyvesini verdiği yorumlarına sebep oldu. Kendi kültürümüz ve medeniyetimizin kodlarına dayanan bir eğitim felsefesi ve sadeleştirilmiş müfredat bizim gibi eğitimcilerde epey bir heyecan uyandırmıştı fakat Ziya Selçuk beyin gitmesiyle sahipsiz kalan birçok eğitimsel girişim gibi akim kaldı.
2023 Eğitim Vizyonu Belgesi alanında yürüttüğüm yüksek lisans dolayısıyla on dokuz ve yirminci yüzyıldaki eğitimdeki tecdit ve taklit hareketlerini derinlemesine inceleme fırsatı buldum. İki asır boyunca eğitime hakiki rengini veren köklü bir eğitim felsefesinin olmadığını tespit ettim. Hep, Batı’dan adapte edilmiş eğitim programları ve müfredatın yönü belli olmayan felsefi bir kabulle büyük bir İmparatorluk mirası eğitim sistemini acınacak duruma getirdiğini müşahede ettim. Ta’lim-i cedit denilen Batı tipi okullaşmaya akıtılan milli servet asırların tecrübesini taşıyan medrese sistemini düzeltmek için elini bile kımıldatmadı; adeta zaman içinde yok olması için bilinçli bir şekilde ademe mahkum edildiğini esefle okudum. Hâlbuki Batı, çağdaş üniversite sistemini Selçuklu’nun medrese sisteminden alarak zamanla geliştirmiş, iyileştirmiş ve kendi medeniyetlerine uygun hale getirerek günümüze kadar taşımıştır. Bizim yapmamız gereken de buydu aslında. Yani, yeni eğitim sistemini tesis ederken eski eğitim sistemini de tahsin edecek bir anlayışla hareket etmek. Fakat tarihsel gelişim böyle tahakkuk etmedi.
Hiçbir şey için geç sayılmaz. Yüce Kitabımızda “ Onlar bir ümmetti geldi, geçti. Sizin kazandıklarınız size, onların kazandığı da onlara.” buyrulmaktadır. Büyük mirasımıza ve mefkûremize uygun, çağın bilimsel icaplarına da cevap veren, teceddüt ve terakkiyi kültür ve medeniyet anlayışımızla mezceden, milletimizin çocuklarına yeniden büyük ufuklar aşılayacak bize ait, asli bir eğitim nizamını vakit geçirmeden hazırlayıp tatbikat safhasına geçmeliyiz.
Tarih, biz istemesek de, bizi çağırıyor…