Yazlığımızın bulunduğu İzmir’in Seferihisar ilçesinde, oraları anlatan Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini okuduğum sıcak yaz gününü anımsıyorum. Sığacık körfezi ve kalesi, Teos antik şehri, bugün yeraltından akan bir nehir, sebze meyve bahçeleri…. Sığacık Kalesinin önünde, bir kafede çay içerken o kalenein anlatıldığı tarihi bir metni okumak beni çok derinden etkilemişti. Özellikle ziyaret ettiğim yerlerle ilgili (gezi rehberleri ve videoları dışında) varsa seyahatname bilgilerini okuma alışkanlığım iyice pekişmişti. Bugün de sizi bir seyahatname ile, Batı normlarındaki bir seyahatname ile tanıştırmak istedim.
Âli Bey (Direktör) (1846-1899) yaşadığı dönemde “Osmanlıların Molière’i” olarak tanınıyordu. Öğrenimine özel dersler alarak başladı. Rüştiyeyi bitirdikten sonra yine özel derslerle tarih, coğrafya, felsefe, astronomi, kimya, ekonomi, yönetim bilimi, hukuk ve matematik bilgisini geliştirdi. Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Mektubî-i Sadr-ı Âli Odası’nda çalışmaya başlayan Âli Bey, 1876’da mutasarrıf olarak mülki göreve atandı, 1884-1888 yıllarında Düyûn-ı Umûmiye’de müfettiş olarak çalıştı. Daha sonra Elazığ ve Trabzon valiliklerinde bulundu. Edebi faaliyeti idari makamlarca hoş karşılanmayıp azledilen Âli Bey tekrar Düyûn-ı Umûmiye’ye döndü, 1895 yılında direktörlüğe atandı ve hayatının sonuna dek bu görevi sürdürdü. Âli Bey edebiyatla uğraşmaya gençlik yıllarında Yeni Osmanlılar’la yakınlığını sürdürürken başladı. Batılı örneklere uygun bir tiyatronun gelişmesi için oyunlar yazdı ve Fransız yazarlardan birçok oyun uyarladı. Teodor Kasap’ın çıkardığı Diyojen dergisinde yayımlanan mizah yazılarını sadece “Âli” adıyla imzaladı. Diyojen kapatıldıktan sonra Çıngıraklı Tatar ve Hayal dergilerinde yazmaya devam etti. Türk edebiyatında mizah sözlüğü türünün ilk örneği olan Lehçetü’l-hakāyık, üç perdelik komik opereti Letafet, bir mizah hikâyesi olan Seyyareler ve Seyahat Jurnali en önemli eserleri arasındadır.
Tanzimat Dönemi’nde değişmeye başlayan mizah anlayışının seçkin ve dikkate değer kalemlerinden Âli Bey’in Düyûn-ı Umûmiye müfettişi olarak 1885-1888 yılları arasında çıktığı seyahatin güncesi olan Seyahat Jurnali gördüğü yerlerin coğrafi, demografik ve kültürel özelliklerini aktaran önemli bir tanıklıktır. Kendisinin, “Bu jurnalin içeriği sadece gözlemlerden oluşmaktadır. Bir meziyeti varsa o da Irak gibi uzak memleketlerin ve özellikle Hindistan şehirlerinden bazılarının buralarca bilinmeyen durumlarına ve âdetlerine dair genel bir fikir vermesinden ibarettir,” diye tanıttığı Seyahat Jurnali elbette mizahi vurgudan çok da uzak değildir.
Sırayla Midilli, Ayvalık, İzmir, Mersin, İskenderun, Halep, Kilis, Ayıntab ( Gaziantep), Birecik, Siverek, Diyarbakır, Siirt, Bitlis, Muş, Nemrut Dağı, Van Gölü, Mardin, Şammar Aşıreti gözlemlerini bazıları uzun, bazıları kısa kısa anlatmış. Diyarbakır'dan Bağdat'a Kelek (keçi tulumlarından yapılmış bir çeşit sal) üzerinde yaptığı seyahat özellikle ilginç. Bu arada o zaman bile Hasankeyf'den bahsediyor. Bu konular ilk gruptakilere nazaran çok daha uzun uzun anlatılmış. Cizre, Musul, Sa'du Mağarası, Tikrit, Samarra, Bağdat, Kazımiye (İran), Müseyyib, Kerbela gibi gerisi de o dönemde neler yaşanıyordu görmek için hayli ilginç bir kitap.
Doyamadığım anlatımdan biraz fazlaca alıntı yaptım;
Nemrut Dağı
“(Nemrut Dağı) nın vaktiyle bir yanardağ olduğunu gösterir bir çok eserler meşhûd idi. Zirvesinde (krater) denilen ağzı gâyet cesîm ve müthîş bir kuyu şeklinde ve otuz kırk metre çukura büyük bir göl gibi derûnî su ile memlû idi. Kraterin ağzı gibi dâiren mâdâr tahminen on dakikada dolaşılabilir. Dağdan inerek ikindi vakti Van Gölü’nün kenârında vâkiʽ (Tadvan) isminde bir Ermenî karyesine geldik ve gölün kenârına çadır kurub gece kaldık”.
Van Gölü
“(Van Gölü) cesîm bir denizdir. Karşu yakadan Van dağlarını hayâl gibi dumân içinde görünmekde idi. Köylülerden balık istedik. “Bu gölde balık çıkmaz bizde balık tutmak bilmeyiz” cevâbını vermeleri teʽaccübümüzü mûcib oldu. Karye pişgâhında demir üzerinde bir yelken kayığı duruyor idi. Kayığın dümeni bulunmaması nazar-ı dikkatimi celb etmekle nasıl seyr ve sefer eylediğini sordum. Rüzgar kayığın gideceği cihete eser ise o zaman yalnız uçub gider olduğunu haber vermeleri dahâ ziyâde hayret”.
Kelek
“Bağdad’a gitmek üzere sipâriş eylediğim (kelek) üç yüz bir senesi Eylül’ün ikinci Pazartesi günü hazır olmuşdu. Diyarbekir’den aşağı Bağdat’a doğru Dicle Nehri üzerinden seyâhat edenlerin maʽlûmu olduğu vechle (kelek) denilen şey gece tulumlarından yapılmış bir nevʽ saldır. Tulumları nefesle şişirüb yan yana bağladıkdan sonra üzerine bahçıvan sırığı dedikleri ağaçlardan birer arşın fâsıla ile sağlı sollu kirişler vazʽ ederek onun üstüne de ince çubuklardan yüzüb murabbaʽü’l-şekil bir sâl teşkîl ederler ki ismi kelekdir. Bu keleklerin kotası nehir suyunun azlığına çokluğuna göre olur. Meselâ bahar mevsiminde suların kesretine mebnî iken iki üç yüz tulumluğa kadar kelek yaparlar. Diyarbekir’den Musul’a kadar Dicle Nehri bundan büyük keleğe mütehammil değildir. Fakat Musul’dan aşağı nehir vüsʽat ve cesâmet kesb edildiği cihetle sekiz yüz ve bin tulumluğa kadar kelek yapılır. Bu kelekler suların çok zamanında haylî yük kaldırırlar. Bununla berâber tulumlar ancak bir karış kadar suya batar. Âdi sallar gibi ziyâde su çıkmaz. Suların az mevsiminde bile yüz elli tulumluk bir kelek bin beş yüz iki bin kıyye kadar yük tahmîl edebilir. Keleğin bâlâde taʽrîf ettiğimiz tarz inşâsına nazaran üzerinde insân oturub durabilir halde değil ise de ekseri tüccâr mâlı nakl ettikleri cihetle yolcular emtiʽa deneklerinin ve zahîra çuvallarının üstünde yatup kalkarlar. Fakat sûret-i mahsûsada kelek yaptıran seyyâhın kelek ücretinin hâricinde birkaç yüz kuruş sarfıyla keleğin üzerine gündüzün harâretinden ve gecenin rutûbet ve burûdetinden muhâfaza olunabilecek ve içinde barınacak kadar bir (tente) yaptırırlar. Bu tente altı düz tahta döşeli bir nevʽ çardakdan ibâretdir ki üzeri ve etrâfı kaba Kürd kilimleriyle örterek mahfûzca bir oda şeklinde olur. Bir de kelek her vakt su üzerinde görülür ve hazır bulunur merâkibden değildir. Yolcu ve eşyâ zuhûrunda bilhâssa sipâriş üzerine iʽmâl olunur. Bununda iki sebebi vardır. Biri tulumlar su üzerinde müddet-i medîde duramaz. Çünkü su kesiminden yukarı kalan kısmı te’sir-i şems ve havâya dayanamaz çatlar. Binâenaleyh her bâr sulayub bakmak ister. Diğeri de kelek yalnız suyun akıntısıyla akıb gider olduğu içün yerden avdet edemez. Mardin’de bozularak ağaçları satılır ve tulumları karadan geri getirilir. İşte bu iki sebebden dolayı yolcu ve eşyâ zuhûr idübde sûret-i mahsûsa da ısmarlanmadıkça kelekciler hazır kelek bulundurmazlar. Hatta Diyarbekir gibi başlı bir şehrin önünden akan Dicle’nin bir yakasından diğer yakasına geçebilmek içün bile kelek bulunmaz. Gelib geçenler su müsâid ise piyâde ve hayvânlı olarak geçit mahallerinden ve değil ise Diyarbekir’den yarım sâat uzak bir yerde vâkiʽ kârgîr köprüden geçmeye mecbûrdurlar. Keleğin iki küreği vardır. Fakat bu kürekler keleği yürütmek içün değildir. Boyuna? palası gibi dümen yerine istiʽmâl olunur.”
“ (…) Ertesi günü havâ kesb-i sükûnet etdi. Ale’s-seher olduğumuz yerden hareketle yolumuza devâm etdik. İki tarafımız yüksek duvar gibi dağlık idi. Bir aralık kaya dibinde on beş yirmi kadar göçerlere tesâdüf eyledik. Bir haylî müddet hâlî yerlerden geçdikden sonra insân yüzü görmek ve insân sesi işitmek hoşa gidiyor. Haydûda bile tesâdüf olunsa beşâşetle telakkî olunacak. Birâz dahâ gitdikden sonra öğle vakti bir kenâra yanaşıb taâm etmekde iken hâlî ve gayri meskûn zannetdiğimiz bir kayalık arasından birkaç Kürd ile birkâç koyun sürüsü zuhûr etdi. Meğer o kayalık altı hâneli (Karyeşâ?) isminde defter-i hâkâniyece mazbût ve mukayyed bir köy imiş. Kayaların içinde gâyet mürtefiʽ ve insân gezemez yerlerde kartal yuvası gibi görünen delikler köyün hâneleri imiş. Nevâlemizden et tükenmiş idi. Bu köylülerden bir koyun satın almak istedik. Muvâfakat etdiler. Fakat mecidiyeyi on dokuz kuruş hesâbıyla alacaklarını bildirdiler. Buna da kânʽ olmayub koyunu yüz yirmi kuruşdan aşağı vermediler. Issız dağlarda ve kaya içlerinde yaşayan şu adâmaların bu yolda medenîlere mahsûs ince alış veriş dolandırıcılığı da ellerinden geldiğine baktımda teʽaccüb eyledim. Ve hakikaten zeka ve kâbiliyeti mahlûk olduklarına bende kânʽ oldum”.
Şu hikayeye bayıldım;
“Baʽde’l taâm keleğe yol verdik. Yarım sâat ileride tepenin birinde bir harâbe göründü. Kelekçi Mehmed’den sordum. “Buna Alo kalʽası derler. Alo Dino [Alâeddin demek olacak] meşhûr bir haydûd imiş. Bunun bir köşkü de (Cizre) civârında Dicle kenârındadır. Bu haydûd vaktiyle köşkünden Dicle’nin öbür yakasına bir zincir gerüb gelen geçen Kelekçileri tevkif ile hamûlesine göre birer bâc almadıkça salıvermez imiş. Haylî vakt uğraşılmış ise de hakkından gelinmemiş. Nihâyet Cizre müslimi bir keleğe çarşaflı kadın kıyâfetinde kırk kadar müselleh kavvâs koyub Alo Dino’nun köşkü önünden geçirmiş. Haydûd emsâli gibi bu keleği de tevkif ederek bâc istedikde kelekde esir câriyeden başka mâl olmadığı ve ister ise içlerinden birini seçib alması cevabı verildiğinden birini intihâb içün Alo Dino keleğin içine girince kavvâslar tutub bağlamışlar ve Diyarbekir’de kazığa evrilerek bu sûretle evvel havâli şerrinden halâs olmuş” dedi. (el ahdet-i ali’er-râvi?) fakat Cizre Müsliminin haydûdu tutmak içün karı kıyâfetinde kavvâslar göndermesi tedbîrine kelekçi Mehmed’in hayrân olarak ağzının suları akdığı tarz-ı ifâde ve râviş hikâyesinden anlaşılıyor idi”.
İlber Ortaylı’nın okunması gereken seyahatnameler arasında ismini zikrettiği bu jurnali okumak, o günlere gitmek, bu günlere nasıl gelindiğini düşünmek; tadımlıklardan sonra doyumluk bir ziyafet yapmak sanıyorum sizin için de keyifli olacaktır.