Tanzimat'ın ardından Edebiyat-ı Cedide akımıyla bireyi ve sanatı ön planda tutan yepyeni bir dönem başlar. Şiirde olduğu kadar düzyazıda da büyük değişimler kendini gösterir, hikâye türü oldukça gelişir. Halit Ziya başta olmak üzere, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit gibi yazarlar hikâye türünün en güzel örneklerini ortaya koyarlar. İşte bu isimler arasında Tevfik Fikret de hemen hemen aynı yıllarda (1894-1899) bazı hikâyeler kaleme almıştır.
Kitapta sunuşunu okuduğumuz Abdullah Uçman şöyle diyor: “Tevfik Fikret de, hemen hemen aynı yıllarda, muhtemelen bir heves sonucu bazı hikâyeler kaleme almış, ancak pek de başarılı olamadığı kanaatiyle, yedi sekiz denemeden sonra hikâye yazmaktan vazgeçerek şiire yönelmiştir.”
Kitapta yer alan ve “Nadim” (Pişman) adını taşıyan ilk hikâyede, düşünmeden yaptığı bir evlilik sonucu evinde mutlu olamayan, “gece yarılarına kadar dışarılarda dolaşan” sorumsuz bir kocanın, üstüne bir de karısından şüphe etmesinin ancak sonunda hatasını anlayarak günah çıkarmasının öyküsünü okuyoruz.
Kayıran’a göre ise; ‘Nâdim’ (Pişmanlık) öyküsü, bir hikâye anlatan bir öykü değil, bir bilinç durumunu anlatan bir öyküdür. Hikâye bir süreci dile getirir, bilinç durumu anlık durumdur. ‘Nâdim’, evlilik hukukunu sürekli çiğneyen bir erkeğin/kocanın, aynı ihlali karısının da/kadının da yapabilme olasılığına işaret eden bir yanılsamayla yüzleşmesi neticesinde yaşadığı pişmanlık bilincini dile getirir.
Şu cümle ‘Nâdim’ öyküsünde yer alıyor: “İffetli hanımların, gözümde pek saygıdeğer olan özel alanlarına böyle girivermeyi terbiye kurallarına aykırı bulurum.”
Bu cümlede konuşan, öykünün karakteri değil, öykünün anlatıcı-benidir. Fikret’in hikâyelerinin ayırıcı özelliklerinden biri, anlatıcı-benin, iç dünya ile dış dünya arasındaki konuma yerleştirilmiş olmasında ortaya çıkar; karakterle anlatı arasındaki konuma yerleştirilmesinde değil. İnsan varlığının, içsellik/iç dünya ile dışsallık/dış dünya arasındaki konuma yerleştirilmesi bakımından, Fikret’in öyküleri tartışılamaz. Çünkü Türk şiirinde içsellik ile dışsallığın keşfi Fikret’e aittir. Bu öyküler, Fikret’in bu keşfinin farkında olduğunu, onu başka metinlere de yaydığını gösteriyor.
Kitaptaki en uzun öykü olan “Vâlidelik” de, küçük yaşta devrin uğursuz hastalığı vereme yakalanmış Ayşe’nin hikâyesi anlatılıyor. Öyküde önce küçük kızın anne ve babasıyla tanışıyoruz: “Ahmet Bey adında bir zat, henüz yirmi yaşındayken şehrimizin fena adetlerinden olduğu üzere on beş yaşını tamamlamış bir kızcağızı almıştı… Evleri Üsküdar’daki mezarlıklardan birinin karşısında olmasa daha fazla memnun olacaklardı ama beye babasından miras kalmıştı…”
Günlerden bir gün Ahmet Bey ve eşi küçük bir tabutun mezarlığa getirildiğini görürler ve çok etkilenirler. Ancak bu ilk sarsıntı çabuk geçer ve bir süre sonra “son derece zor bir doğum yapan” kadın, dünyaya bir kız çocuğu getirir. Çocuğa Ayşe ismini verirler. Zor geçen doğumdan sonra “anne beş altı ay yataklarda kalır”. Yazar bunun nedeni hakkında şunları söyler: “Rahim ve sinir hastalıkları, on altı yaşında doğurmanın neticesi olarak biçare kadını ele geçirip gitmişti.” Endişeli, hiddetli, huysuz oldu. Hele kızcağızına kendisi süt vermek mecburiyeti zavallı anneyi bütün bütün harap etmişti.” Ayşe de sağlıklı değildir, üç yaşına kadar anne ve babasına zor zamanlar yaşatır. Ancak zaman içinde bu sorunlar kaybolur ve evin neşesi haline gelir. Hatta zaman zaman eski rahatsızlıkları ortaya çıkan anne en büyük desteği ondan alır. Bu arada ailenin maddi durumu da giderek iyileşmektedir. On dört yaşına gelince, aile, Ayşe’nin çeyizini hazırlamaya başlar. Ahmet Bey ve eşi, kızlarının mürüvvetlerini görmek istemektedirler. Heyecanla kısmetinin gelmesini beklerler. Derken bir anda her şey alt üst olur. Ayşe vereme yakalanmıştır. Ne doktorlar, ne de hava değişikliği için taşınılan Heybeliada, Ayşe’nin her gün biraz daha kötüleşmesine çare olmaz ve zavallı kız vefat eder…
Kitabın “Jean” adlı üçüncü hikâyesinde yaşlı bir adamın lokantaya gelişinin ve orada kendisine kaybettiği torununu hatırlatan küçük çocukla karşılaşması anlatılıyor. Ardından yine veremli kız hikâyeleri okuyoruz: “Vedia’dan Bir Parça” ve “Vedia’dan Bir Parça Daha”! Ancak her iki öyküde de yazar, hasta olan kızdan daha ziyade Heybeliada’nın doğal güzelliklerinden ve bu güzelliklerin hissettirdiklerinde söz etmekte. Hasta kız, ağaçlar, dallar, yapraklar ve ışıklar arasında meçhul bir kişi olarak görünüp, kayboluyor.
Tevfik Fikret’in son iki hikâyesinden ilki olan “Tarlada” köy hayatını anlatır. Sıcak bir günde köye giden yazar, zor şartlarda çalışan, yaşayan insanları görür:
“Ter içinde kavrulan şu yüzlerin hiçbiri böyle bir toprağın sahibi olacak kadar bahtiyar görünmüyordu. Bunlar burada hep başkaları için yoruluyorlar, terliyorlar, ölüyorlardı. Bu kocaman tarlayı (…) şanslı bir varisin hesabına ekip biçmişlerdi. (…) Zavallı çiftçiler! Alınlarının teriyle suladıkları şu topraktan alabildikleri mahsule bak. Bununla üç beş ağız, şu beş hayat doyacak. (…) Ya onların aileleri?..”
Fikret’in sonu mutlu bitmeyen bu öyküleri için, içerik bakımından ‘yaşamın kaybedilmesi üzerine öyküler’ diyebiliriz; anlatım özelliği bakımından ise bir başka âlemin dile getirilişidir. Kıymetli bir şairin öykü denemeleri ile tanışmak isterseniz bu kitabı ilgi ile okuyabilirsiniz.