NESİL TERBİYESİ ÜZERİNE 

Kültürel değişimlere bağlı olarak ortaya çıkan kuşak çatışması bir noktaya kadar anlaşılabilir; fakat inanç, güzel gelenek ve görenekler noktasında meydana gelen çatışmalar cemiyetin zaman içinde inhiyarına dair güçlü bir ikazdır. Bu tehlike çok yakınımızdadır ve acilen hal yoluna bakılmak mecburiyeti vardır. Bunun için tarihimiz ve medeniyetimizin tecrübeleri, günümüz tecrübeleri ile harmanlanarak yeni bir terbiye metodu teşkil edilmeli ve tatbikat safhasına geçilmelidir. Aksi halde meseleler çözülemez boyutlara ulaşabilir.

Müslümanlar olarak çocuk terbiyesi konusunda başarılı olamadık. Geleneksel çocuk yetiştirmenin getirdiği birçok yanlış yöntem (kuru ezbercilik, taklitçilik, donukluk,  baskıcı, tek tipçi anlayış, falaka vb fiziki cezanın tatbiki ) Müslüman aileleri farklı yol, yöntem aramaya sevk etti. Çağın ruhunu okuyarak yeni bir yol yöntem belirlemek gerekirken çare, Batı’nın çağdaş(!) pedagojik ilkelerinde bulundu. Bu seçimde Batı’nın bilimde, ekonomide, insan haklarında, teknolojide ileride olması etkili oldu. Ümmet olarak özgüvenimizi kaybedince bütün eğitim müktesebatımızı çöpe atıp her alanda Batı’yı taklit etmeye karar vereli bir asrı geçmişti. Çözüm olarak görülen esasında milli ve manevi değerlerimizin, sosyal dokumuzun ifsat edilmesinden başka bir işe yaramadı. Sosyal değişim kaidelerinde birisi olan mağlubun galibi taklit etmesi burada da kendisini gösterince terbiye namına köklerimizden hiçbir şey kalmadı. Hâlbuki asırların tecrübesine dayanan bir eğitim sisteminden istifade etmek gerekirken tümden terk etmek akıl karı mıydı diye düşünülmedi. Arkasında dünyanın iki büyük imparatorluğunun bin yıla baliğ talim ve terbiye birikimi bulunan bir terbiye nizamı bir çırpıda çağdışı kabul edilirse memleket kurtulur sanan nadanlar eliyle bütün tarihsel mirasımız bir çırpıda kökünden söküldü. Yerine de bozuk ahlaki telakki ve müfsit ideolojiye müstenit Batı eğitim sistemi ikame edildi. Yüz yıldır yaşanan gerileme ve mağlubiyetin bütün kabahati dine yüklenerek ( ki yıkılma esnasında bile Osmanlı Devleti dünyanın sayılı büyük devletlerinden birisidir) hayatın dışına itildi(sosyal hayattan ve hukuktan tecridi ayrı bir bahsin konusudur).Talim-terbiye alanında örgütlü formel yapı tamamen yenileşme temalı ve taklit üzerine bina edildi. Geleneksel talim ve terbiye metodunu uygulayan aileler ile eğitim kurumları arasında  -çoğunlukla- tenakuz vardı.

Bunca yıldan sonra geldiğimiz noktada toplumumuzda büyük bir ferdiyetçilik anlayışı gelişti. Sosyal yönü zayıf, kültür ve manevi değerlerinden kopmuş, ilgisiz ve neme lazımcı bir gençlik yetişti. Başka dil, din ve kültüre ait tercüme edilmiş çocuk eğitimi kitaplarında yer alan yol –yöntemlere göre yetiştirilen çocuklar kırılgan, sabırsız, tahammülsüz, bencil, belli ölçüde dini ve milli değerlerden soyutlanmış, tarihi ile kavgalı, içinde bulunduğu topluma yabancı, alabildiğince pragmatist ve materyalist, ailesi ve akrabaları ile iletişimi bozuk bir nesil olarak zamanla deizm ve ateizm gibi ideolojileri benimser hale geldi.  Bir zamanların devlet yıkıp devlet kurmayı(!) birinci öncelik olarak dillendiren, sistemi değiştirme düşleri kuran hızlı radikal İslamcıları kendi ailelerini ne kadar ihmal ettiklerinin farkına varamadılar. Ne zamanki çocukları ergen bir birey olup çıktı, o zaman yaptıkları ihmalin cesametini anladılar; lakin iş işten geçmişti. Bu arkadaşlardan birisi mealen şu ifadeyi kullandı: “ Keşke geleneksel aile terbiyesi metodu kullansaymışız; geleneğimizi kaldırıp çöpe atınca her şeyin güllük gülistanlık olacağını zannederek büyük hata yaptık. Biz cemaatleri sürekli tenkit edip durduk; çocuklarımızı da uzak tuttuk, kendimiz de ilgilenmedik, kuru söylemle ve başkalarını değiştirmekle uğraşıp durduk da ne oldu! Çocuklarım namaz bile kılmıyor yahu!!!”.

Özel TV’lerin yayına başlamasıyla birlikte toplumun genel değerleriyle çatışan birçok adet, örf, değer, kültür, alışkanlık, anlayış ve norm geleneksel aile ve toplum yapısını sarstı. Kültürün ve sosyal normların en büyük taşıyıcısı olan geleneksel aile yapısı zaman içinde çekirdek aileye dönüştü; bir müddet sonra da dağılmaya başladı( boşanmaların artması, evlenme yaşının artışı, evli kalma süresinin kısalması vb.). Bu, büyük Yahudi elitlerinin dünya ölçeğinde uyguladığı büyük bir toplum mühendisliğiydi esasında. Bu operasyonda diziler, filmler, magazin programları vs. çok büyük rol oynadı. Çocuk yetiştirme hususunda Batı’dan birçok kitap tercüme edilerek piyasaya sürüldü. Çocuk yetiştirme ve kişisel gelişim kitapları mal bulmuş Mağribi gibi kapışıldı. Tercüme kitaplardaki ilkeler, yol ve yöntemler bizim kültürümüz ve sosyal dokumuzla uyuşur mu uyuşmaz mı diye geniş çaplı bir sorgulama yapılmadan uygulanmaya başlandı. Batı tipi çocuk yetiştirme kurallarıyla yetiştirilen ailelerde çocuk ailenin merkezine oturdu ve neticede hayat çocuğun etrafında cereyan eder oldu. Her şey çocuğa göre ve çocuk için anlayışı değişmez bir umde haline geldi.

Bunca menfi gelişmeye rağmen toplumun bir kısmının geleneksel çocuk yetiştirme macerası yakın zamanlara kadar çift yönlü olarak devam etti. Hem ailedeki eğitim hem de cemaatlerin kendi bünyesindeki çalışmaları dini, millî ve kültürel değerlerin taşınmasında önemli bir rol oynadı. İslami hassasiyeti olan aileler, bir taraftan kendilerini muhafaza ederken diğer taraftan da ailenin modern akımların seline kapılarak kaybolmasına mani olmak için uğraştı. Özellikle ibadetler noktasında  denenmiş ve başarısı tescil edilmiş alıştırma metotlarını uygularken  bilinçli hareket eden aileler başarılı oldu.. Fiziki tecziye kullanmadan çocuğunu namaz, oruç, zekât, sadaka, Kur’an okuma-anlama üzerinde sabırla ve hikmetle eğiten aileler, cemaatler emeklerinin meyvesini aldılar. Bu eğitime bilhassa erken yaşlarda başlayarak bıkmadan, yılmadan, yorulmadan ve sabırla devam eden,  öğretmen ve arkadaş seçiminde duyarlı olan, terbiyenin evveliyetle anne-babanın vazifesi olduğunu kabul edip ona uygun davranan aileler bu imtihandan yüzlerinin akıyla çıktılar.

 Bu müspet duruma rağmen çağın ruhunu kendi medeniyet kodlarımızla mezc eden alternatif bir eğitim modeli geliştirmekte yetersiz kalındı. Esasında toplum olarak kendimizi nerede konumlandırdığımıza dair çatışmanın menfi tesirlerini hala yaşıyoruz. Biz, Şark’ta mıyız yoksa Garpta mıyız bir an önce karar vermemiz lazım. Yoksa iki menzil arasında Araf’ta mı kaldık! Hangi kültür havzasına mensubuz? Doğu’nun irfanı ile Batı’nın bilimsel gelişmelerini almak kâfi mi? Muhtevasında mevcut medeniyetlerin hepsinden bir parça bulunan karma bir medeniyet anlayışına mı sahip olmalıyız? Bilime, teknolojiye kaynak aktarırken en önemli toplumsal yatırım olan insan yetiştirmeye ne kadar kaynak aktarıyoruz. Müstakil ve bize has öğretmen yetiştirme politikamız var mı? Ya da hâlihazırda yetişen öğretmenler beklenen eğitim gerekliliklerini taşıyor mu?. Buna benzer cevap bekleyen yüzlerce sualin sorusu doğru bir şekilde verildiği vakit tehassün başlayacaktır.

Kur’an’dan bir örnek vermek istiyorum: İsrailoğulları’nda Tevrat’ta yer alan Tanrı’nın bir emri olarak ilk doğan erkek çocuğunun Rabbe adanması teamülü asırlardır uygulanmakta idi. İmran’ın hanımı Hande, uzun yıllar içinde biriktirdiği evlat hasretini dindirmesi için Allah’a yalvardığı zaman şayet bir erkek çocuk verirse Süleyman Mabedi’nin hizmetine adayacağına dair adakta bulunmuştu. Hz. Meryem validemiz doğunca , “Rabbe verdiğim sözü çiğneyemem”  diyerek, kız çocuklarını adama âdeti olmamasına rağmen, Meryem’i, Süleyman Mabedi ’ne adadı. Hz. Meryem’den  mucize olarak Hz. İsa(as) dünyaya geldi. Ta beşikte iken başlayan risalet serüveni 33 yaşına gelince aleni bir tebliğe dönüştü. Hz. Hanne’nin yaptığı içten dua ile başlayan süreç 50 yıl sonrası için umut olarak tezahür etti. Dolayısıyla bizim de cemiyetimizdeki bozulma ve ayrılıkların ıslahı için hem kavli hem de fiili dualara ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu sorumluluk, taşınması kaçınılmaz bir vecibe olarak boynumuzda durmaktadır.