“Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da, önceleri birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu.
Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar. Erkek, “Aklıma bir fikir geldi.” dedi;
“Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse, bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.”
Bu ilginç fikir hanımın da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. Aradan bir ay geçti.
Bir gece yarısı bahçede karşılaştılar.
Her ikisinin elinde de içi su dolu birer bidon vardı...”
Yaşantımızı, günlük davranışlarımızı değerlendirdiğimizde, hayatımızın hoşgörü ile tahammülsüzlük arasında geçtiğinin farkına varırız. Bazen hoşgörüden o kadar uzaklaşırız ki doğruları dahi görmez oluruz. Sanki saplantılarımız, yaşantıya dair peşin hüküm ve ezberlerimiz gönlümüzü ve gözlerimizi perdeler. Sanki gerçeklerden uzaklaşırız. Aslında özellikle farkına varmadan, mutluluğumuzu öfkemize kurban ederiz.
Bu da bizim insan (beşer) oluşumuzla doğru orantılıdır. Hem nefsani yönümüz var, bizi kuralsızlığa iter; kanaatsizlik, bencillik (egoistlik), bir an önce her şeye sahip olma düşüncesi, bütün şartlar lehimize olsun, ortalık güllük gülistanlık olsun düşüncesi ağır basar. Hem de manevi tarafımız vardır; daima itidali tekin eder. Hoşgörü, kanaatkârlık, tahammül, güzel bakıp güzel görmek gibi insanı ruhen ve moralmen besleyen duyguları güçlendirir. Biz bu ikisi arasındaki gel-gitlerle sürdürürüz yaşantımızı. Hangisi galip gelirse hayatımıza o hâkim olur. Maalesef çoğu zaman tahammülsüzlük başarılı olur da yıkılır bütün dünyamız. Biraz olsun öfkeyi dizginlemeyi beceremeyiz çoğu zaman. Böylece mutluluk adına kurguladığımız bütün emellerimizin uzağında kalırız.
Hoşgörü; biraz sabır, biraz tahammül, biraz affedicilik, biraz öfkeyi yenme, biraz samimiyet, biraz da sebattır. Bizi ulaşmak istediğimiz hedeflere götüren en yakın ve en emin yoldur. Bunu başarmak hiç bir zaman kolay değil, çok zordur. Zor olduğu için başarabilen insanlar kıymetlidir. Zoru başaranlar her zaman mutludur. Hem insanlar arasında kıymetli hem de Allah katında kıymetlidir. Gelin Kur’an-ı Kerim'e kulak verelim: “Onlar (takva sahibi olanlar) bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.” (Ali-i İmran, 134)
Öfke yıkıcıdır. Aftan bir anlık uzaklaşmadır. Bütün güzelliklere bir anlık sırt dönemedir. Bütün faydaları, iyilik adına ne varsa hepsini bir anlık gözardı etmektir. Ama işte bütün ipler o anda kopar. Hem dünya mutluluğumuz hem de bütün güzellikleriyle geleceğimize dair kurduğumuz umut dünyamız yıkılıp gider.
Öyleyse dünya hayatımızda sahip olduğumuz en büyük varlığımız ailemiz, bir anlık öfkeye kurban edilecek kadar asla ucuz ve değersiz değildir. Yuvamız, yaşantımıza dair bütün hayallerimizi besleyip büyüttüğümüz, kendisi ile yaşamaya tutunduğumuz, dünyamızın yegâne manasını bulduğu en kıymetli dünyalık varlığımızdır. Bu günümüzü ve yarınımızı hayal ettiğimiz mekânımızdır. O olmadan olamayız. Öyleyse yuvamıza dört elle sarılıp yaşatalım ki yaşayabilelim. Allah’ım mutluluğumuzu bozmasın.