Muhayyelat

Muhayyelât, Muhayyelât-ı Ledünni-i İlahi-i Giridî Ali Aziz Efendi ya da Muhayyelât-ı Aziz Efendi, Giritli Ali Aziz Efendi'nin 1796-1797 arasında yazdığı ve ilk defa 1852 yılında basılan hikâye. Modern Türk hikâyesinin başlangıcı sayılmaktadır. Eser, bir yandan masal öte yandan da hikâye özelliği gösteren, Binbir Gece ya da Binbir Gündüz türünden masalları benimsemiş bir anlatıma sahiptir. Muhayyelât'ın Doğu hikâyeciliğinin genelgeçer örneklerinden ayrılan yönü, İstanbul'un 18. yüzyıl yaşamından yerler seçilmiş olmasıdır. Muhayyelât'taki bazı hikâyeler, "kadîmü'l eyyâmda terkibi"yle başlar ve düşsel bir mekânda geçer. Hikâyelerde cinler, periler, büyü, sihir gibi olağanüstü ögeler bulunmaktadır. Eser, Tanzimat edebiyatı yazarları tarafından "artık terk edilmesi gereken, gerçek dışı anlatı"ya örnek olarak verilmiş ve alaya alınmıştır.

Eser içeriği ile ilgili ansiklopedik bilgilere bakalım;
Birinci Hayâl: Hayâl-i Evvel
Isfahan Hükümdarı Harzemşâh'ın Oğlu Kamercan'ın Hikâyesi
Harzemşâh'ın Kamercan adında bir oğlu vardır ve evlilik vakti gelmiştir. Babası oğlunun ister saraydaki cariyelerden biriyle, ister dışarıdaki kızlardan en güzelini seçip onunla evlenmesini eşi ve başveziriyle kararlaştırır. Durumu oğluna açtığında Kamercan, kadınların "sebatsız ve vefâsız" olduklarını okuduğunu, hayatını İsa gibi tek ve bekâr geçireceğini belirtir. Harzemşâh, bu inat karşısında baskı uygulamak amacıyla oğlunu hapse attırır. Hapishanenin bahçesindeki kör bir kuyudan çıkan yaşlı bir peri, uyuyan Kamercan'ı görür ve öpüp geri döner. Peri, geri döndüğü sırada başka bir periyle karşılaşır ve kavga ederler. Öteki peri, kavgada yenilmek üzereyken Çin'de gördüğü padişah Şuca Han'ın kızı Gülruh'un güzelliğinden dem vurur. İlk peri de Kamercan'ı anlatır. Tartışma uzayınca ikisini karşılaştırmak isterler ve öteki peri, sihirle Çin'e gidip kızı getirerek şehzadenin yanına yatırır. Kamercan uyanınca yanında dünya güzeli kızı görür ve öperek uyandırmaya çalışır, fakat kız uyanmaz. Kamercan da kızın yüzüğü ile kendi yüzüğünü değiştirir. Periler, şehzadeyi uyutup kızı uyandırırlar. Kız da uyanınca şehzadeyi görür ve beğenir. Periler, kızı tekrar uyutup Çin sarayındaki odasına götürürler. Şehzade sabah olunca olanları lalası ile babasına anlatır. Kızı bulmaya çalışırlar. Kız ise Kamercan'ın aşkıyla günden güne sararıp solmaktayken süt kardeşi Saba yola çıkıp iki yıl sonunda Kamercan'ı bulur ve onu Gülruh'a götürür; şehzade ile kız evlenirler. Üç yıl sonra memleketine dönmek üzere eşiyle yola çıkan Kamercan, Gülruh uyurken Gülruh'un kemerindeki muskayı çıkarıp okuduğu sırada bir çaylak muskayı alıp kaçar. Çaylağın peşinden giden Kamercan, ateşperestlerin şehri Multaniye'ye gider, fakat buradan Basra'ya senede bir gemi kalktığından on bir ay beklemek zorunda kalır. Gülruh ise uyandığında eşini göremez ve yaban illerde tek başına kalacağından korktuğundan kocasının kıyafetlerini giyip hizmetçisi ve askerleriyle Basra'ya gider. Burada ülkenin hâkimi olan Hudakulu Şâh, Kamercan geldi sanarak ikramlarda bulunur ve Gülruh'u kızı Ferruh ile evlendirip padişahlık yaptırır. Gülruh, zifaf gecesi Ferruh'a göğsünü açar ve olanları anlatır. Ferruh da sırrını tutmaya söz verir. Kamercan ise muskayı bulur. Bir gün bahçeyle uğraşırken bulduğu defineyi gemiyle Basra'ya götürmek üzere fıçılara altın tozu halinde doldurur ve yanlışlıkla muskayı içine düşürür. Gemi geldiğinde fıçılar gemiye yüklenir, fakat gemi Kamercan olmadan hareket eder. Basra'da Kamercan kılığında padişahlık yapan Gülruh, Kamercan'a dair ipucu bulma umuduyla geminin kaptanıyla konuşur, ardından fıçıları kontrol ederken muskayı görür. Kaptandan hemen gidip unuttuğu adamı Basra'ya getirmesini emreder. Kamercan getirilince Gülruh başından geçenleri Hudakulu Şâh'a anlatır. Şâh, Kamercan'ın Ferruh'la da evlenmesini ister ve bu istek kabul edilir. Her iki kadından da aynı gün birer şehzade dünyaya gelir. Gülruh'tan doğana Asil, Ferruh'tan doğana Nesil adını koyarlar. Şehzadeler on sekiz yaşına geldiğinde Kamercan'ın veziri onları çekemediğinden Asil'i Çin padişahı Şuca Han'ın yanına, Nesil'i Harzemşâh tarafına göndertir.

İkinci Hayâl: Hayâl-i Sânî
Cevad'ın Hikâyesi
Atina şehrinde yaşı yetmişe ulaşmış Hacı Lebib adında zengin bir tüccar yaşar. Bu tüccar çocuğu olmadığı için üzgündür. Bir gün adının Ebu Ali Sina olduğunu söyleyen nur yüzlü, yaşlı bir zat çıkagelir. Hacı Lebib'in Cevad adında bir çocuğu olacağını söyler ve koynundan çıkardığı bir kutudan iki hap alıp birini Lebib'in, ötekini karısının yutmasını tembih eder. Ayrıca doğacak çocuğun manevi evladı olmasını, on dört yaşına geldiğinde talim ve terbiye maksadıyla yanına gönderilmesini ister. Hacı Lebib'in karısı çok geçmeden hamile kalır ve zamanı gelince çocuk dünyaya gelir. Cevad adı verilen çocuk on dört yaşına geldiğinde Ebu Ali Sina'nın yanına gönderilir, orada sihir ve simya öğrenir. Bir gün üstâdıyla sohbet ederken kapı çalar ancak Cevad kapıyı açınca kimseyi göremez. Kapıyı kapatıp arkasını döndüğünde üstâdının evinde değil saray gibi bir yerde olduğunu görür. Güzel giyinmiş cariyeler Cevad'ı alıp önce hamama ardından dünya güzeli bir sultanın yanına götürürler. On bir gün sonra kıza kim olduğunu ve neden buraya getirildiğini sorar. Kız, burasının Semerkant şehri olduğunu ve kendisinin de bu diyarın padişahı Kirşasp Şâh'ın kızı Fitneidil olduğunu söyler. Sihir, tılsım ve simyaya meyli olduğunu, bu alanlarda derinleşmek istediğini, bundan ötürü üstâdı Hoca Babik'in Cevad'ı salık verdiğini belirtir. Üstâdının sözleri üzerine Cevad'a âşık olduğunu, onunla evleneceğini söyler ve ardından Harut ile Marut'un tılsımlı duasını kendisine öğretmesini ister. Cevad, kızın asıl amacının üstadının en büyük sırrını öğrenmek olduğunu anlayınca bütün tehdit, ısrar ve zorlamalara rağmen bildiklerini kıza anlatmaz. Sonunda Cevad'ı bir kuyuya baş aşağı atarlar. Kuyunun dibine düşerken kendisini birden üstâdı Ebu Ali Sina'nın huzurunda bulur ve yaşadıklarının hikmetini sorar. Üstâdı kendisine eziyet ettiklerini, bunun nedeninin de sır saklamanın önemini öğrenip öğrenmediğini denemek olduğunu belirtir. Ebu Ali Sina, Cevad'ın sınamayı geçtiğini söyler ve kendi üstâdının kendisine uyguladığı hikmeti anlatır.

Üçüncü Hayâl: Hayâl-i Sâlis
Şeyh İzzüddin'in Hikâyesi
Cezîretülkübra'da Şeyh İzzüddin adında olgun bir zat vardır. Derdi olan kim varsa ona koşar, ona sığınır. Zamanla insanların kendisine koşmasından ruhuna bezginlik gelir. Bunun üzerine Mısır'a göç ederek Kaşifiye adındaki bir semtte ev kiralayıp yalnız başına yaşamaya başlar. Çok geçmeden insanlar kendisini burada da bulur ve ziyaretine gelmeye başlarlar.

Muhayyelât, Türk edebiyatında yazılı anlatımın ilk eseri olarak görülmektedir. Öncesinde Divan edebiyatında mesneviler, mensur tarih kitapları, çeviri metinler ve halk edebiyatının sözlü anlatılarının el yazması veya daha sonraları taşbasması olarak yazıya geçirilmiş örnekleri bulunmaktadır. İslâm Ansiklopedisi'nde "Muhayyelât-ı Aziz Efendi’nin klasik hikâyecilikten modern hikâyeciliğe geçişte bir dönüm noktası kabul edildiği" belirtilmektedir. İskender Pala ile Hasan Kavruk, eser için "Muhayyelât, klasik hikâyecilikten modern hikâyeciliğe geçişte bir dönüm noktası kabul edilir." sözlerini dile getirmiştir. Âlim Kahraman, "klasik hikâye çizgisi içinde ortaya çıkan değişmenin ilk örneği olarak kabul edildiğini" belirtmiştir. Orhan Okay, eserin Tanzimat devri hikâye ve romanına "zemin teşkil etmiş olduğunu" ifade etmiştir.

Tanzimat devrinde geniş kitlelerce okunan Muhayyelât yine aynı dönemde "olağanüstü içeriği ve çocukça anlatımından" ötürü küçümsenmiştir. Namık Kemal, Muhayyelât gibi olağanüstü hadiseleri içeren hikâyeleri eleştirerek bunların gerçek manada roman olmadığını, bunu anlamanın en iyi yolunun Batı'dan tercüme edilen romanlara bakmak olduğunu yazmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, eseri başarılı bulmamış ve okunmasının tek sebebi olarak matbaada basılmasını göstermiştir. Tanpınar, Muhayyelât'ı hayâllere ayrılmasından ve "az çok yerli" olmasından ötürü benzerlerinden ayırmıştır fakat Binbir Gece Masalları'nın ve Doğu hikâyelerinin bir taklidi olarak değerlendirmiştir. Tanzimat döneminde eskiyi savunan Muallim Naci, eserin "hayal-i muhal" (gerçekleşmesi olanaksız hayal) ile dolu olmasını önemli bir kusur olarak görür. Şemseddin Sami, Batı edebiyatının yanında Türk edebiyatını "çocukça" bulur ve yeni edebiyat için "Aziz Efendi'nin Muhayyelât'ı ile mukayese edersek eyne's-serâ ve's Süreyya (yer nerde, Süreyya yıldızı nerde) demeyecek miyiz?" diye sorar. Nihad Sâmi Banarlı, iki ciltlik Resimli Türk Edebiyatı Tarihi'nde eserin fikir ve felsefe olarak Şark hikâye geleneğine bir şey katmadığını, eski Şark masallarıyla bugünkü hikâye arasında bir merhale sayılabilecek özellikte olduğunu ve bu çehresiyle nesirle hikâye edebiyatında dahili bir tekâmül tesiri uyandırdığını belirtmiştir. Banarlı eserin dilinin sadeliğini över.

Recep Duymaz, eseri "yeni (gerçekçi) hikâyemizin ne zaman ve nasıl bir ortamda başladığını göstermesi" açısından önemli bir yere koyar. Duymaz'a göre Muhayyelât'ın anlatı geleneğimizde yerini doğrulukla saptayabilmek için bir klasik hikâye metnine ihtiyaç vardır ve bu şekilde kıymeti daha iyi anlaşılacaktır. Ahmed Midhat Efendi, Çengi'de Muhayyelât türü anlatıları hicveder. Eseri sadeleştirerek Türkçeye çeviren Ahmet Kabaklı, önsözünde kitabı "Walt Disney'in dünyasına benzer fantazyalar, cümbüşler ve sürprizler ile dolu, sinema, tiyatro ve TV imkânlarında değerlendirilebilecek bir eser" olarak nitelemiştir.

Modern hikaye anlatımına yaklaşımda önemli bir örnek olan ve Tanzimat dönemi eserlerini etkileyen bu kitabı okumak, müteakip gelişmelere nasıl ulaşıldığını kavramak açısından faydalı olacaktır. Nasıl Batı yazınında ilk nitelikli roman örneği olarak sunulan Don Kişot ile ondan çok önceki Homeros Destanları (İlyada ve Odissea) arasındaki geçiş eserleri Batı Kanonu’nda önemli bir yer tutuyorsa, Muhayelat da bizim yazınımızda benzer bir yere sahip bulunmakta. Binbir Gece ve Binbir Gündüz anlatılarından alıntılarla oluşturulmuş olsa da anlatım düzeyi daha ileri götürülmüş bu metni okumak önemli bir kazanım olacaktır diye düşünüyorum.