Savaş karşıtı görüşleriyle tanınan Zweig I. Dünya Savaşı boyunca bu görüşlerini yaymayı kendine misyon edinmişti. Avrupalı ve “dünya vatandaşı” kimliğine büyük değer veren yazar, yapıtlarında savaşın yıkıma uğrattığı “eski dünya”nın değerlerinin kayboluşunu büyük ölçüde dert edinmiştir.
Ressam Ferdinand anavatanı Almanya’nın cehenneme döndüğü bir savaş döneminde ülkesinden ayrılıp İsviçre’ye yerleşir. Savaşın yüreğinde bıraktığı yaraların etkisinden ve korkularından henüz kurtulamamıştır. Sakin günlerini eşiyle birlikte bir göle bakan evlerinde resim yaparak geçirmekte ve etrafını saran özgürlük havasını içine çekmektedir. Fakat tüm hayatı, nedensiz yere erken uyandığı bir günün sabahında ona gelen mektupla altüst olur. Bir yandan masum insanları ölüme gönderen bir makine olarak gördüğü anavatanının, bir yandan onu kaybetmek istemeyen eşinin, diğer yandan da kendi iç kargaşasının baskısı altında ezilen Ferdinand büyük bir panik ve hezeyan içinde bir mecburiyete doğru çekildiğini hissetmektedir. Karısının şiddet karşıtı duruşuna ihanet etmemesi yolundaki telkinlerine karşın kendini gitmek zorunda hisseder. Görev duygusu, savaş karşıtı düşünceleri ve karısına duyduğu sevgi arasında sıkışıp kalmıştır. Ferdinand her ne kadar “insanlığın ötesinde bir vatanı” olmasa da, “yirmi milyon insanı boğan o zinciri” kıramayacağını düşünür (...) Peki, kurtuluş var mıdır? İnsanların özgür iradelerini ellerinden hiç acımadan çekip alan bu makineye karşı zafer kazanmak mümkün olacak mıdır?
Birkaç alıntı;
“Devriye gezen bir atlının ormandaki yeşil çalılıklar arasından soğuk bir çelik namlunun gizlice kendisine doğrultulduğunu ve içindeki küçücük bir kurşunun, kendi derisinin altındaki karanlığa girmek istediğini hissetmesi gibi, o da bu mektubun bir yerlerden geleceğini hissetmişti. O halde kendini savunmak, geceler boyu düşüncelerini küçük hesaplarla doldurmak boşunaydı: İşte ona ulaşmışlardı. At taciri gibi kollarındaki kasları yoklayan bir askerî doktorun önünde çırılçıplak, soğuktan ve tiksintiden titreyerek dikilmesinin, bu aşağılanmada dönemin insan onursuzluğunu ve Avrupa’nın içine düştüğü esareti bulmasının üzerinden taş çatlasa sekiz ay geçmişti.”
“İnsanların sorularına maruz kalmamak için onlarla konuşmaktan kaçınıyordu. Asla kente inmiyor, tuval ve boya alması için karısını gönderiyordu. Zürich gölü yakınlarındaki küçük bir köyde bir köylüden kiraladığı evde varlığını, ismini unutturmaya çalışıyordu. Fakat bildiği bir şey vardı: Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kağıdın arasında bir kağıt vardı. Biliyordu. Günün birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bu çekmece çekilecekti – bu çekmecenin açıldığını duyuyordu, adını yazan daktilonun tuşlarının vuruşunu duyuyordu ve biliyordu, bu mektup onu buluncaya kadar dolanacak, dolanacaktı.”
“En nihayet karısı şunu sorduğunda sesinde bir şeyler kırılmış, yıkılmış gibiydi: “Seni konsolosluğa mı çağırdılar?” – “Evet” – “Peki gidecek misin?” Ferdinand titriyordu. “Bilmiyorum, fakat gitmek zorundayım.””
“Niçin zorundaymışsın? İsviçre’de sana emir veremezler. Burada özgürsün.” Birbirine kenetlenmiş dişlerin arasından öfkeyle tıslarcasına “Özgür! Bugün kim özgür ki?” dedi.
“Bu adil bir savaş değil. Bir makineye karşı gelinemez. İnsana karşı koyulabilir. Fakat bu bir makine, bir kasap makinesi, vicdanı ve aklı olmayan ruhsuz bir alet. Ona karşı koyulamaz.”
“Karşı koymak! İnsan nasıl karşı koyabilir ki? Onlar herkesten güçlü, onlar dünyanın en güçlüleri.”
“Bu doğru değil. Dünya onlara izin verdiği sürece güçlüler. Tek bir birey herhangi bir kavramdan daha güçlüdür her zaman, fakat kendisine inanmalı, iradesine sahip çıkmalıdır.”
“Ve oralarda bir yerlerde nehrin dibinde bir çizgi var mıydı, ülkenin bayrağının renginde? Peki ya balıklar, balıkların savaş alanına yüzmelerine izin var mıydı? Ya diğer tüm hayvanlar? Birden köpeği geldi aklına. Köpeği kendisiyle gelseydi, onu da silah altına alırlardı, o da kurşun yağmutu altında yaralıları aramak zorunda kalırdı. Tanrı’ya şükür evde kalmış, onunla gelmemişti…”
“Artık her şey bitmişti, biliyordu. Bu trene binecek, üç dakika sonra, yani iki kilometre gittikten sonra köprüye varmış olacak, köprüyü de geçtikten sonra her şey bitmiş olacaktı.”
“İşte o an titremekte olan Ferdinand’ın beyninde bir şimşek çaktı. Bunu mu yapacaktı? O da insan onurunu böyle mi ezecekti? İnsan kardeşlerinin sözlerine böyle nefretle mi bakacaktı, kendi özgür iradesiyle bu büyük insanlık suçuna ortak mı olacaktı?”
“Yüreğinin derinliklerinde bu sis duvarını parçalamak, bir yerlerde uyanışın, aydınlanışın mesajını, yaşamın gerçekliğini, güvenliğini, kesinliğini hissetmek istiyordu.”
Çaresizliğin, insanın kendi içindeki mücadelesinin ve aynı zamanda umudun çarpıcı bir hikâyesi olan Mecburiyet, II. Dünya Savaşı’nda yaşanan korkunçluklar karşısında büyük bir hüzne kapılıp eşiyle gönüllü ölümü tercih eden Zweig’ın zihnine belki de yakından bir bakış sunuyor bizlere. İkilem, üçlem kaçlam dersek diyelim zor bir durum. Karar vermek ve uygulamak gerek. Acaba Ferdinand ne yapacak? Bu novellayı okumak, kendini kahramanın yerine koymak, Zweig’in kıymetli anlatımı ile olayların, düşüncelerin, durumların içine girmek… Kayda değer bir okuma tecrübesi idi benim için. Sizin de tatmanızı dilerim…