“Taşkın ve doyurucu” anlamına gelen ‘Karkın/Kargın’lar, yirmi dört oğuz boyu arasından beşinci sırada yer almaktadır. Karkın boyunun adı ilk olarak Reşidüddin’in eseri Camiü’t Tevarih’te geçmektedir. Reşidü’d-din, Karkın boyunu Yıldızhan’ın oğulları arasında tanıtırken “ülüş ”ünün (et payı) “sağ umaca”; ongununun(kuş) ise “tavşancıl” olduğunu belirtmiştir. Ve bunlara göre de boyun damgasını işlemiştir. Aynı zamanda Kargın’ın “çok ve doyurucu aş ”mânâsına geldiğini de söylemiştir. Kaşgarlı Mahmud’un listesinde ise Karkınlara ait bir bilgi bulunmamaktadır. Kızık ve Karkın boylarının bu listede olmamasının nedenini Faruk Sümer, bu boyların nüfus kaybına uğramalarına veya alt gruplarından birinin nüfus bakımından güçlenerek diğer boylar gibi temsil olunmaya başlamasıyla ilgili olmasına bağlamaktadır. Bazı araştırmacılara göre ise Karkınlar ’ın listeye alınmamasının sebebi bazı hususlarda diğer boylara uymadıkları ve “Halac” şeklinde kendilerine ayrı bir ad vermeleri gerekçesine dayanmaktadır.
12.ve 14. Yüzyılda kümeler halinde yayılan Kargınlar, Anadolu’nun fetih ve iskânında önemli rol oynamışlardır. Türkiye’nin geniş kesimlerinde sancakları bulunan Kargınlara ait 4 köyü Kırşehir’de,
Kargın-Kızıközü-Kırşehir- Kaman
Kargın-Meşe- Kırşehir-Kaman
Kargın-Selimağa-Kırşehir-Kaman
Kargın-Yenice-Kırşehir–Kaman
sekiz köy Sivas’ta, altı köy Karahisar(Afyon)’da, altı köy Saruhan(Manisa)’da ve dört köy Karesi (Balıkesir)’de mevcut olmuştur. Anadolu’da bulunan Kargın oymakları arasında en önemli ve en kalabalık nüfus Halep ve Dulkadirli oğullarına aittir. Hatta Halep Türkmenleri arasındaki Kargın oymağı 16. Yüzyılda Antep yöresine yerleşmiştir. Yine 16. Yüzyıl itibariyle, Anadolu’da Karkın isimli 89 tane yer bulunmaktadır. Bu yerlerin 70’i köy, 17’si mezra, 1’i nahiye ve 1’i de yaylaktır. Buraların dışında İçel(Mersin) sancağında bir, Kırşehir sancağında iki, Maraş sancağında ise üç köyde Karkın cemaatleri bulunmuştur. Ayrıca, Maraş sancağında bulunan dört mezrada da ziraatla uğraşmışlardır. Kargın isimli bu yerler, Fırat nehrinin doğusunda yer almakta olup özellikle İç Anadolu ve Batı Anadolu, onların yoğun şekilde yerleştikleri sahalar olarak dikkat çekmektedir. Karkın isimli yerlerin bir hayli geniş olduğuna bakılırsa Karkınlar Anadolu’ya gelişlerinden kısa bir süre sonra yerleşik hayata geçerek kendi isimleriyle köyler teşkil etmeye başlamışlardır. Bu asırda, yerleşik hayat yaşayan Kargınların yanı sıra, onların önemli bir bölümü de konargöçerliğe devam etmektedir. Tahrir kayıtlarından anlaşıldığına göre, Kargın boyuna mensup konargöçer teşekküller yaygın olarak Anadolu’nun Doğu ve Güney bölgelerinde bulunan Türkmen ulusları arasında yer almışlardır. Bu suretle bu boy; Halep, Dulkadirli, Ramazanlı ve Bozuluş Türkmenlerinin teşekkül ve faaliyetinde rol oynamıştır. 17. ve 18. Yüzyıllarda aşiretlerin iskânı sırasında bunların önemli bir bölümünün yerleşik hayata geçtikleri ve zamanla konargöçer gelenekleri terk ettikleri anlaşılmaktadır. Daha sonra 17. Yüzyılın ortalarına doğru iki ana bölüme ayrılmış ve “Oturak Kargın” ve “Göçer Kargın” olarak anılmaya başlanmıştır. Diğer bir Kargın kolu ise “Dede Kargın” adlı bir şeyhin Göksun’dan bu yana zâviyelerinin hemen her memlekete yayılan bir koldur. Karkınlar, Anadolu’nun iskân edilmesinde önemli rol oynayan Oğuz boylarından biri olduğu için Anadolu’da ilk isyan faaliyetlerini 1220 civarında Dede Kargın’ ın önderliğinde gerçekleşmiştir. Malazgirt Savaşı’nın ardından ve özellikle Moğol istîlâsı sırasında ve sonrasında Anadolu Türkler tarafından iskân edilmeye başlanmıştır. Moğol istîlâsı ile birlikle farklı tarîkatlara mensup pek çok şeyh ve derviş fikirlerini yaymak amacıyla Anadolu’yu kendileri için iyi bir ortam olarak görmüşler ve yerleşmek için burasını tercih etmişlerdir (Ocak, 1999: 121 vd.). Yaylak ve kışlaklar arasında mevsimlik olarak hareket eden konar-göçer Türkmenler İslamiyet’i kendi sosyal hayatları çerçevesinde öğrenmeye ve yaşamaya çalışırken, bu şeyh ve dervişler arasından dillerini kolayca anlayabildikleri abdal veya dede-baba olarak bilinen kişileri kendilerine önder olarak kabul etmişlerdir (Köprülü 1991: 19). Türkmenlerin eski inançlarını devam ettirmelerinde tarîkat şeyhlerinin aynı zamanda birer kabîle şeyhi olmasının önemli bir etkisi olmuştur. Bu kişiler hem şeyh hem de şeyh olarak kendilerine bağlı grupları daha kolay bir şekilde idâre etmişlerdir (Ocak 2002a: 67). Türkmen kitlelerinin eski geleneklerini de muhâfaza eden bir dinî anlayışa sahip olmaları Sünni bir devlet olan Anadolu Selçukluları ile mücadeleye neden olmuş (Köprülü 1972: 161), nihayetinde Türkmen babalarının önderliğinde Babailer isyanı meydana gelmiştir. Bu isyan, XIII. yüzyılda Anadolu’daki en önemli olaylarından biridir. Selçuklu dönemindeki etkisinin yanı sıra isyana katılanların bakiyeleri Abdâlân-ı Rumadı altında Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında da önemli bir rol oynamışlardır. Babaî hareketinin itici gücü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da etkin bir rol oynayan tarîkatıdır (İnalcık 2000: 136). XIII. yüzyıl Anadolu’sunda Türkmenler arasında pek çok mürit edinmiştir. Tarîkatın Anadolu’daki ilk şeyhi aynı zamanda Oğuzların Karkın boyuna mensup bazı cemaatlerin de önderliğini yapan Dede Kargın’dır. Dede Garkın, Hacı Bektaş Velî’den önce ve ondan ayrı bir şekilde Anadolu’da irşat faaliyetine başlamış olmasına rağmen, zamanla Alevi-Bektaşi geleneği içinde yer almıştır. Günümüzde ise pek çok bölgeye dağılmış kalabalık bir galip topluluğuna sahip olan Dede Garkın Ocağı’nın kurucusu olarak kabul edilmektedir.
Vefai Şeyhi olan Dede Kargın, dinî ve siyasî nüfusu dolayısıyla Kargınlar arasında etkili olduğu kadar diğer Türkmenler grupları arasında da önemli bir yer edinmiştir. Dede Garkın denilince akla iki ayrı kimlik gelir. Bunlardan birisi Kargın boyunun beyi olan kişi, diğeri ise Dede Garkın ocağının kurucusu yani Garkınların Dedesidir. Alevi dede ocakları arasında Dede Garkın ocağı, hem boy beyi hem de dede ocağı olması sebebiyle özel bir konuma sahiptir. Dede Garkın ocağının en önemli özelliği ocak mensubu dedeler ile bu ocağa bağlı diğer dede ocaklarının ve bunların talip topluluklarının tamamının Türk kökenli yani Türkmen oluşudur.
Anadoludaki Aleviliğin tarihsel alt yapısı olarak ifade edebileceğimiz Dede Garkın, Babaîler olayının inançsal önderi Baba İlyas’ın ve askeri önderi Baba İshak’ın piridir. Elvan Çelebi tarafından 1358-1359 yılında yazılan ve 1230-1240’lı yılları anlatan “Menakıbu’l- Kudsiyye Fi Menasıbi’l-Ünsiyye” adlı eserde Dede Garkın’ın 400 Türkmen obasından gelen 400 halifesini bir mürşit olarak Dede Garkın sahrasında topladığını ve kırk gün cem sürdürdüklerini ve bunca gün paymaçan(dâra durma) verdikleri anlatılır. “ dâra durma” aynı zamanda kişinin kendi özünü veya bulunduğu cemiyeti “ dâra çekmek” anlamında da kullanılır. Toplumda “dâr durmak”: yapılanların yalansız, hilesiz bir şekilde anlatılması gerektiğini gösteren bir nevi mahkemedir. Aleviler suç saydıkları, kendi içlerinde, kendi toplumlarındaki davranışlarını kontrol eden bir mekanizmadır. Toplumun kendini var etmesi için önce darını var etmesi gerektiğine inanıldığı için toplumu ayakta tutan şey daradır. Çünkü insanı kâmil olmak için her an her zaman vicdanında hakkı görüp özünün sinesini dara çekmek gerekiyor. Bu konuda Hallac-ı Mansur’un Bektaşi şairleri üzerindeki etkisi büyük olmuştur. Dâr, Farsça “ağaç” anlamındadır. Terim olarak Hallâc-ı Mansûr’un asıldığı direk anlamında dârağacını temsilen kullanılır. Aynı zamanda Tasavvufta, Bektaşilik ıstılahları arasında geçer. Muhibbin can feda etmek üzere meydanda ikrar verdiği yerin adıdır. Meydanın tam orta yerine dâr denir. Cemaatin ve dedenin önünde canını yol uğruna vermeye hazır olduğunu bildirmek için niyaz ederek meydanın ya da meydan odasının ortasına gelerek ayaklar mühürlenmiş kollar göğüste çapraz, baş öne eğik şekilde durmaya dâra durmak denir. Bu esnada Bektaşi şairlerinden deyişler peş peşe gelir:
“Ey talip cesedine can verdi. Kalbine iman verdi. Söylenmeye dil verdi. Tutmağa el verdi. Ne gördün ne işittin. Aldığın var ise ver. Ağlattığın var ise güldür. Döktüğün var ise doldur. Yıktığın var ise kaldır” diye. Eğer ol talipte kul hakkı yok ise Hakk’ın emrinden farzından Peygamber’in sünnetinden Hazreti Ali tarikatından sual ede. Ol talib saklamayıp günahını ele vere. Pir dahi ol talibin günahını her ne ile temiz olursa meşayihin kavlince göre. Eğer talip günahını saklarsa tarikat-ı Aliye kizbetmiş olur. Yol haini, iman uğrusu olur. Tarikat ona helal olmaz…”
Dârda okunan dualara “dâr gülbengi” ya da “dâr tercemanı” denilmektedir. Aynı zamanda bu duaların muhtevası tarikat mensuplarının tarikata bağlılığını teyit eden ve onlara yapılan nasihat ve telkinlerden oluşur:
“Allah, Allah, Allah… Geldiğiniz yoldan durduğunuz dârdan çağırdığınız pirden şefaat gösteresiniz, göresiniz. Cenab-ı Hak Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan ikrarınızda ber karar eyleye. Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan, Allah’a kul, Muhammed’e ümmete, Ali’ye talip eyleye. Bu yoldan bu dârdan bu pirden ayırmaya. Ceddi cemâlim yaramaza uğursuza pîrsize duş getirmeye. Şeytanın şerrinden, gafil kazâdan görünmez beladan koruya. Cenab-ı Hak hayırlı evlad, hayırlı devlet gökten hayırlı rahmet, yerden hayırlı bereket nasip eyleye. Dârınız niyazınız kabul ola. Gerçeğin demine hû.”
Bir başka Dâr gülbengi şu şekildedir:
“Bismi Şah. Hamdulillah kim men oldum bende-i has Huda. Can-ı dilden aşk ile hem çeker âl-i abâ. Râh-ı zulmetten çıkıp doğru yola bastım kadem. Hâb-ı gafletten uyandım can gözüm kıldım küşâ. On iki imam bendesiyem, men gürûh-ı nâciyem. Yetmiş iki fırkadan oldum beri, dahi cüda. Mezhebim hak Ca’ferîdir gayrilerden el yudum. Pirim üstadım Hacı Bektaş, Kutbu’l-Evliyâ. Hak deyip bel bağladım, ikrar verip erenlere. Mürşidim oldu Muhammed, rehberimdir Murtaza. Ber cemâli Muhammed, Kemal-i İmam Hasan ve İmam Hüseyin Ali Râ Bülend’e Salavat. Erenlerden haklı hayırlı hizmet, şey’en lillah, Allah, eyvallah…”
(HABER MERKEZİ)