Karı Koca Masalı

Ahmet Mithat Efendi’den çok orijinal bir roman geliyor değerli okurlar. Karı Koca Masalı, henüz doğmakta olan modern edebiyatı aşıp post-modernizme ulaşan bir metin. Anlatı türünün dilimizdeki ilk örneklerinden. Ahmet Mithat Efendi'nin kurmacayla hamur misali oynadığı sıradışı bir kitap bu. Bir meddah konuşuyor sayfaların arasında. Anlatacağı çok şey var. O kadar çok ki esas konuya bir türlü giremiyor. Laf atıp duruyor okuyucuya. Gevezeliği son satıra kadar baki kalıyor.

Karı Koca Masalı, Ahmet Mithat Efendi'nin okuyucuya - başlıkta da görebileceğiniz gibi - bir "Karı - Koca Masalı" anlatacağı imasıyla başlar. Ancak yazar, kitabın ilk bölümünde bir giriş veya önsöz yazmak yerine doğrudan okuyucuya seslenir ve neden bir giriş yazmadığını açıklamaya başlar. Bundan sonra da romanın kurgusu aynı şekilde ilerler. Yazar sürekli olarak bir "Karı Koca Masalı" anlatacağından bahsetse de bir türlü konuya giremez, "laf lafı açtığı için" okuyucuyla farklı konularda "sohbet etmeye" devam eder. Bahsettiği konular içinde ideal bir evlilik hayatının nasıl olması gerektiği, kadın erkek ilişkileri, acele ve cehalet gibi kavramların eleştirisi, dönemin edebi atmosferi gibi farklı maddeler yer alır. Yirmi iki bölüm boyunca bu konular üzerinden ilerleyen Ahmet Mithat Efendi, romanın ana karakterleri olan Mahcemal Hanım ile Cemal Efendi'yi gerçek anlamda tanıtma fırsatı bile bulamaz. Roman sona erdiğinde, okuyucu bu karı - koca hakkında ikisinin de fiziksel olarak çirkin olduğu ve mutlu mesut yaşayıp öldükleri dışında hiçbir bilgi sahibi olmaz. 

http:// edebiyat.k12.org.tr/kitaplar web sitesine göre; Okuyucuyu kitabın başında bir "giriş" veya "önsöz" bölümü aramakla "suçlayan" Ahmet Mithat; hem kendi devrinde, hem de daha önceki devirlerde yazılan "önsözlerin" saçma olduğunu vurgular ve böyle bir saçmalığın parçası olmayı reddettiğini açıklar. Bununla birlikte; yıllardır devam eden "önsöz yazma" geleneğini, giriş yapma geleneğini ortadan kaldıramayacağı için saçma olmayan bir giriş kaleme almaya çalışacaktır. Ahmet Mithat, daha sonra konuyu "Koca Karı Masalları"na getirir. Bu masallarda bile "Bir varmış bir yokmuş…" gibi girişler olduğunu söyleyen yazar, Koca - Karı Masallarını kendi döneminde yazılan romanlara ve hikâyelere tercih ettiğini söyler. Ancak bunlardan bahsetmesi saçmadır - çünkü elimizdeki kitabın adı "Koca Karı Masalı" değil, "Karı Koca Masalı"dır! Bu tespitle birlikte, Ahmet Mithat okuyucuya "karının ne olduğunu"  sorar ve şaşkınlıkla okuyucunun cevabı bilmediğini anlar. Bundan sonra, karının ne demek olduğunu ve nasıl olması gerektiğini, bir karı - koca arasındaki ilişkinin nasıl ilerlemesi gerektiğini açıklar. Yedinci bölümün başına gelindiğinde hâlâ "Karı Koca Masalı" anlatacağını iddia eden Ahmet Mithat Efendi, bu noktaya kadar başlamamasını savunurken okuyucuyu "acelecilik" ile suçlar. Acelenin kötü yanlarını, özellikle de kitap okurken çok zararlı bir şey olduğunu söyleyen yazar; bir sonraki bölümle birlikte "Bir varmış, bir yokmuş…" diyerek hikâyesine giriş yapar. Fakat bu sefer de yazarın dikkati bu "Bir varmış, bir yokmuş…" ifadesine takılır. Kitabın bir bölümünü de bu ifadenin çıkış noktasını ve anlamını tartışmakla geçiren yazar, daha sonra bıraktığı yere geri dönüp kadın erkek ilişkilerini yeniden ele alır. Yukarıdaki kısa yazı, Karı Koca Masalı'nın ilk on bölümünün bir özeti olarak sunulabilir. Buraya kadar okuduklarınızdan anlayacağınız gibi Ahmet Mithat Efendi, hiçbir noktada bahsettiği "Karı Koca Masalı"nı anlatmaz. İlerleyen bölümlerde benzer konulardan bahsetmeye devam eden yazar; yalnızca adı geçen "karı" ve "koca"nın - Mahcemal Hanım ile Cemal Efendi'nin - fiziksel olarak çirkin insanlar olduğunu, mutlu mesut yaşayıp öldüklerini söyler. Kitap boyunca anlatılması beklenen "Karı Koca Masalı" ile ilgili verilen tek bilgi bundan ibarettir. Elbette eserin asıl amacı bu "Karı Koca Masalı"nı anlatmak değil, "Karı Koca Masalı"ndan yola çıkarak Ahmet Mithat Efendi'nin çeşitli konulardaki görüşlerini okuyucuya aktarmaktır. Karı Koca Masalı, tam anlamıyla kurmaca bir eser olmadığı için bu kitapta zaman ve mekânı “kurgu ögeleri” olarak ele almak da mümkün değildir. Ancak eserin içinde kurmaca olarak bir zaman ve mekân yaratılmasa bile Karı Koca Masalı, yazıldığı dönem düşünülmeden tam olarak anlaşılamaz. Ahmet Mithat Efendi tarafından 1875 yılında yayımlanan bu eser, dönemin toplumsal hayatı ve edebiyatı ile yakından alakalıdır. Kitapta konular, yazarın verdiği nasihat ve yaptığı öneriler, yazılan diğer eserlerle ilgili eleştirilen noktalar hep 19. yüzyıl Osmanlı Devleti'yle, özellikle de İstanbul ile alakalı konulardır. 

1. bölümün başlangıcından bir alıntı yapalım; “Merhaba ey okuyucu! Şu kağıt parçasını “Bir kitap alıyorum” diye aldın. Öyle değil mi? Öyle ise şu ilk sayfasını açıp baktığın zaman gözlerinin aradığı şeyi biliyorum. Giriş aramadılar mı? Ama inkar etme! Mutlaka bir giriş aramışlardır. Sen ise gözlerinin aradıkları şeyin yalnız başlığını değil, anlamını da zihninde bulmaya başladın. Başlık olarak düşündüğün kelimeler, “giriş”, “söze başlama”, “önsöz”, “başlangıç” gibi kelimelerdir. Bunlar içinden de eğer yeni Osmanlıcaya merakın varsa, “başlangıç” ve eski Osmanlıca taraftarıysan “feth-i kelâm” başlıklarını seçmişsindir. Zira “dibâce” ile “mukaddime” eski Osmanlılıktan bile eski şeyler olduğu için artık onları tercih edenler hemen hemen ortada kalmamışlar gibi bir şeydir. Gözlerin bir yandan girişi ararken zihnin de diğer taraftan anlamını düşünmez miydi? “Yazar efendi elbet ‘Naçizane eserim, her ne kadar okuyucuya sunulmaya ve takdir görmeye layık değilse de insanlık sahiplerinin hata ve kusurlarını affetmelerine güvenilerek yayınlanmasına cesaret edildi’ yolunda bir şey yazacaktır.” diye hayal ederdin. Zira bizim halkımızda taklit kuvveti maymunlardan fazla olan birisi yeni bir şey yaparsa, ilk önce onu kimse beğenmez; sonradan birkaç mühim adam beğendiği zaman da hepsi bir anda beğenmeye başlar. Belki bu yüzden Karı Koca Hikâyesi’nin yazarının da onlardan olabileceğini pek doğal gördün.”

16. bölümde Mahcemal Hanım’dan bahseden bir bölüme bakalım; “Özellikle hikâyeyi neresinde bırakmış olduğumu da hatırdan çıkarmadım. Hala aklımdadır. “Mahcemal Hanım...” demiştim de yine söz açılıp buraya kadar güçlükle kapatabilmiştim. Ben bu hikâyeyi ilk duyduğum zaman “Mahcemal Hanım” dedikleri gibi acelemden kendimi kaybetmiştim. Gözlerimin içine doğru bir nur saçıldı zannettim. Çünkü efendim kulunuz pek hayalperest bir çocuğum. Hayallerime ise gerçeklik kadar vücut veririm. Ama bak sen de bir kere düşün! Mahcemal! Mahcemal bu! Allah için hayal et! Zihninde bir kız bul ki yüzü ay gibidir. Mesela o kızın yüzündeki benler bile yıldızlar gibi parıl parıl parlar. Parlak göğsü mutlaka güneş gibidir. İki taraftan omuzuna sarkan saçları kuyruklu yıldızın kuyruğu gibi ışıl ışıldır. Mesela o kız yüzüne bir duvak koymuşsa kapalı havada ay nurunu güya gözlerimizden gizlemeye etmeye çalışıp halbuki bir kat daha süsle sunan kar gibi beyaz bulutlar keyfini verir. Gök mavisi gözleriyle hangi tarafa iltifat edecek olsa bakışlarının ışıklarının alevi gibi ışık saçarak fırlar gider. Mesela o kız bana olan aşk ve şevkinin icabıyla ağlayacak olsa içinden ışıklı noktalar fırlayan gözlerden akıttığı yaşlar dahi gece gökten inişi görülen fosforlu ışıklar gibi allı yeşilli kandil kandil düşer. Bu sevgilim karşımda nazlı nazlı yürüyecek olsa geçtiği yol üzerinde samanyolu gibi bir iz bırakır. Ya böyle ilahi bir sevgilinin aşkının tesiri de yıldırım gibi süratli olmaz mı? Olur, ama ah, yüz binlerce ah ki şayet o Mahcemal’i bir gazap ve kin bulutu içine alırsa inleyen aşığına karşı gök gibi gürler. Gürler de aşığın dahi gözünden şimşekler çakar! Vay yazar efendi! Sen istersen pek şairce şeyler de yazabilirmişsin. Ben seni pek sıradan, pek sade bir şey sanırdım. Vay hayalimi beğendin mi? Acizane efendim acizane!”

22. ve son bölümden; “Herkes kendi yüzünü tanır mı tanımaz mı? Şimdi senin aklına gelir ki dünyada ayna icat olununcaya kadar herkes kendi yüzünü tanımazdı da ayna icat olunduktan sonra herkes ona baktı ve kendi yüzünü tanıdı. Evet! Aklına gelen şu fikre doğrudur diyebiliriz. Lakin şunu da bil ki insan ne zaman yüzünü görüp güzelliğinin derecesini anlamayı merak etmişse o zaman aynaya veyahut suya bakmak icat olunmuştur. Zira alemde her icat bir gereklilik üzerine icat edilip lüzum görülmeyince hiçbir şey icat edilmemiştir. Bu lüzumlar da sırasıyla ve birer birer görülmüştür. Biraz araştıracak olursak insan için lüzumu varken hala icat edilmemiş pek çok şeyler buluruz. Mesela, bir “uzağı işiten” lazım olduğu halde henüz yapılmamıştır. Öyle ya. Uzağı görmek için dürbün yapıldığı halde uzağı işitmek için bir “uzağı işiten” niçin yapılmamış olsun! Ona henüz sıra gelmediği için icat olunmamıştır. Ve insan bir şey henüz meydana çıkmadan onun hakkında tam ve kesin bilgi elde edemeyeceği için ayna icat oluncaya kadar da buna dair kesin bilgi oluşturamayıp icadından sonra lüzumlu hal ve durumlar sebebiyle ilim meydana gelmiş ve ona olan ihtiyaç da genel bir mahiyet kazanmıştır. Aynayı icat ettiren ve sonra da kullanılmasını genelleştiren ihtiyaç yok mu? İşte o ihtiyaç herkesin yüzünün güzelliği için muhtaç olduğu delilden ibarettir.”

Kurgu ile hamur gibi oynanan, daha ismi konmamışken dünyada ilk postmodernist örneklerden birini oluşturan, okuyucunun sabrını test eden bir metin okumak isterseniz; Ahmet Mithat Efendi’nin tekrardan kaçan, yeni arayışlarını ve kurgu denemelerini tatmak isterseniz tam size göre bir anlatı bu.