Mehmet Rauf’un Define’nin devamı olarak yazdığı Kan Damlası romanında Şakir Feyzi, Tarabya’da İngiliz Köşkü’nde ailesiyle sakin, huzurlu ve müreffeh bir hayat yaşamaktadır. Ancak bir gün art arda işlenen cinayetler hayatlarını altüst eder. İngiliz Köşkü’nde yaşlı bir kadın, Anadoluhisarı’ndaki Zincirli Köşk’te ise bir erkek, aynı günde, birbirine benzer derin yaralarla yataklarında ölü bulunur. Polis, maktullerin ellerinde “Numara Bir!” ve “Numara İki!” yazılı notlar bulur.Merak ve gerilim unsurunun baştan sona korunduğu eserde, etrafındakileri hayrete düşüren Müfettiş Hayret’in karşısında katillerin hiç şansı yoktur, çünkü “Hayret’in sözü gayretin sözüdür!” Define'nin devamı olan Kan Damlası; cinayet, macera, merak, heyecan ile dil ve üslup güzelliğini bir araya getiren güçlü bir Mehmet Rauf eseri bu.
Kan Damlası romanında sırları çözme işini ise emniyet teşkilatının çok güvendiği Hayret adlı polis memuru üstlenir. İşinin uzmanı olan ve kendine oldukça güvenen Hayret İngiliz Köşkü'nde hiç kimsenin bilmediği bir keşifte bulunur ve bu sayede suçluların yakalanma ihtimalini arttırır. Kan Damlası romanı Define'ye göre polisin olaylarda daha aktif rol aldığı bir yapı sergiler. Define'de bütün tehlikeleri göze alarak olayları çözen ve çeşitli felaketler yaşayan Şakir Feyzi Kan Damlası'nda çok pasif davranır.
Define, esrarlı bir şekilde gizlenmiş olan hazinenin elde edilmesi sürecinde yaşanan heyecan dolu olayları anlattığından macera romanıdır. Define’de hazineye kavuşan Şakir Feyzi ve ailesinin başına gelen bir cinayetle başlayan Kan Damlası, anlatım tarzı nedeniyle polisiye roman özelliği gösterir.Defineden sonra polisiye macera türündeki devam kitabı olan Kan Damlası, ilk hikayenin üzerine inşa edilmiş fakat farklı bir teknik benimsenmiş bir kitap. Mehmet Rauf, ilk kitapta bir doktor karakter üzerinden olayları çözmeye çalışmışken, bu kez doktor ve ailesinin maceralarını bir polis memuru ile çözüme kavuşturuyor. Define'deki kötü karakterler, birdenbire güçlenmiş, daha kötücül bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Küçük bir alıntı:
“Saat on ikiyi geçmişti, şöyle bir sofayı ve merdiven başını ve eğer oralarda biri yoksa aşağı katı dolaşmak arzusunun coşkusunu hissediyordu. Mümkün olduğu kadar sessizce ve bir gölge hareketiyle kapıyı açıp başını uzatarak sofayı gözleriyle kolaçan etti.
Merdiven başının yüksek camlarından dışarıda hüküm süren mehtaplı gecenin yarı aksetmiş ışığıyla karanlığı hafifleşen sofada gecenin yarı aksetmiş ışığıyla karanlığı hafifleşen sofada hiçbir sorun yoktu. Kulak verdi, aşağı kat derin bir sessizlik içine gömülmüştü.Odadan çıkıp kapıların önünde bekleyerek içeride herkesin derin bir uykuya daldığını anladı ve merdivene yürüdü. Aşağı indi. Her tarafta sessizlik ve uyku hakimdi.Kendi kendine, “Galiba yanlış yolda yürüyorsun hayret!” diye söylendi. köşkün arka tarafındaki bahçe kapısını gürültüsüzce açarak bahçeye çıktı. Hafif bir mehtap, yüksek ve yaşlı ağaçların koyu karanlık gölgelerini yeteri kadar aydınlatamıyordu. Köşeyi bucağı dolaştı. Sütannenin katledildiği ayrı dairenin önüne geldi, hiçbir yerde hayat eseri yoktu. Kendi kendine yine “Evet, şüphesiz öyle oğlum… Yürüdüğün iz pek aykırı…” diye mırıldandı. Döndü, tekrar köşke girdi, kapıyı kapadı, yukarı kata çıkarak deminki gibi bir özenle bütün etrafı dinlemek ve kolaçan etmek şartıyla, ağır ve dikkatli hareketlerle odasına girdi. Koltuğa düştü.”1928 yılında yazılmasına göre ve Türk edebiyatının polisiye roman denemelerinin başlıcalarından biri olması açısından gayet başarılı olan bu anlatıyı kaçırmayınız efendim.