Asr-ı Saadet diye bilinen Resulullah’ın ahdi nübüvvetindeki barış, kardeşlik, tahammül, anlayış, fedakârlık, vefakârlık, i’sar ruhu Efendimiz(sav)’in vefatından sonra başlayan hilafet münakaşaları döneminde zayıflayarak gerçek kıvamını kaybetmişti. Lasiyyema, Hz. Osman(ra)döneminin fitneleri ve Hz. Ali’nin hilafeti esnasında yaşanan, izahı zor münazaalar hatta kazananı olmayan mukateleler Ümmeti Muhammed’in istikbali için çok azim bir tehlike teşkil ediyordu. Sahabenin-Hz. Aişe validemiz de dâhil- iki büyük topluluk halinde fiili mücadeleye tutuştuğu, büyük badirelerin vuku bulduğu muhataralı devirde, Ashab-ı Kiram ’ın bir kısmı bu fitnenin bir tarafı olmaktan imtina ederek uzlete ve inzivaya çekilmişlerdi. Siyasi meselelerle ilgilenmenin zararlarını yaşayarak tecrübe eden bu insanlar kendilerini ibadete vererek nefislerini tezhip etmenin çabası içerisine girmişlerdi.
Cemel ve Sıffin Savaşları Hz. Ali (35-40/656-661)’nin hilafeti sırasında Müslümanlar arasında meydana gelen iki önemli savaştır. İslam Tarihinin dönüm noktası kabul edilen, binlerce Müslümanın hayatına mâl olan bu dönem, İslam Tarihinde “büyük fitne dönemi” olarak da bilinmektedir. Bazı sahabîler bu savaşlarda hiçbir gruba katılmayıp tarafsız kalmışlardır. Bu sahabîlerden Sa’d b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Abdullah b. Ömer, Üsame b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme, Ühban es-Sayfî, Selemetü’bnü Ekva, Zeyd b. Sabit, Ebu Bekre, İmrân b. Husayn ve Eymen b. Huraym ara buluculuk yapmadıkları ve başkalarını tarafsızlığa davet etmedikleri halde sadece kendileri uzlete çekilerek pasif bir tarafsızlık politikası izlerlerken, Ebu Musa el-Eş’arî, Ebu Mes’ud el-Bedrî, Abdullah b. Selâm, Ebu Hureyre, Said b. As ve Muğîre b. Şu’be kendileri savaşlara katılmadıkları gibi insanları da savaşlardan uzaklaştırmışlar, bununla da aktif bir tarafsızlık örneği sergilemişlerdir. Cemel Savaşı’nda bir kenara çekilip tarafsız kalan Abdullah b. Amr, Sıffin Savaşı’nda babasının isteği üzerine Muaviye’nin yanında yer almış ama yine de savaşmamış, hatta yanındakilere de Müslümanlarla savaşmanın doğru olmadığını anlatmıştır. Diğer taraftan Huzeyme b. Sabit ve Malik b. Teyyihan gibi bazı sahabîler, Hz. Ali’nin yanında yer almalarına rağmen haklı ve haksızı birbirinden ayırt edemedikleri için savaşıp savaşmama hususunda kararsız kalmışlar ancak Ammar b. Yasir’in şehit edilmesiyle karara vararak savaşa katılmışlar ve Muaviye’ye karşı savaşmışlardır.
Tabiinin büyüklerinden olan Hasan Basri’de belirginleşen dinin ahlaki yönüne ağırlık veren ve kimilerince ilk tasavvufi anlayış şeklinde vasıflandırılan kısmi ve belirli kişilerle mahdut hal, bir müddet sonra hilafetin bütün her şeyi kontrol eden ve kendisine şerik kabul etmeyen statükocu karakteri sebebiyle daha kalabalık avamdan bir zümrenin dini telakkisine dönüşmüştür. İslam’ın ahlaki sıfatlarına istinat eden bu güzel hasletlere, uzun asırlar içinde birçok bid’at ve hurafe karıştıktan sonra bu anlayış, ilk halinden oldukça farklılaşmış; hatta bazı cihetlerden tevhide münafi bir kısım özellikleri ve tatbikatı asli unsur olarak görülmeye başlanmıştır. Birçok Kur’ani kavram yanlış anlayış sebebiyle ademe maruz bırakılmıştır.
Kur’an’ı Kerim’de isim, fiil ve mastar olarak yüzlerce defa geçen zikir kavramı bozuk tasavvufi anlayışa kurban edilen kavramlardan birisi olarak mahzun ve sahipsizdir. Günümüzde kendisine radikal İslamcı denilen bir grup, modernist ve mealistlerin dudak bükerek küçümsediği, anlamı daralttığı veya tevil yoluyla tahrif ettiği emri ilahi olan zikri Kur’an ve Sünnet mihverinde ele aldığımızda bambaşka şeylerle karşılaşırız. Bazı tarikat ve tasavvufi yapılardaki zikirle alakalı mübalağalı ve bid’at uygulamalar ile tevhide zarar veren felsefi anlayışların zihin dünyamızdaki menfi tesirinden azade bir şekilde meseleyi ele aldığımızda zikrin, Yüce Allah tarafından sayısız ayette emredildiği, çok mübarek bir ibadet olduğu şu iki ayeti kerime okunduğu zaman anlaşılır. “Rabbiniz dedi ki: Bana dua edin ki ben de icabet edeyim…”. “Siz beni zikredin/anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin..!”.
(Devam edeceğiz inşallah)