Sosyal medyada bir sokak röportajına denk geldim. Genç bir kadın Atatürk’e laik Türkiye Cumhuriyet’i kurduğu için kızıyordu. Laik olmayan bir ülke yönetiminin gerekliliğinin altını çiziyordu. Atatürk medreseleri kapatarak ülkeye çok zarar vermişti ona göre aynı zamanda dine de…
Laiklik ise din ile devlet işlerini birbirinden ayırmaktı. Din kuralları kaynağını kutsal kitaptan alırdı. Devlet yönetimi ise insanların ortaya koyduğu anayasa dediğimiz kurallardan, tüzükler, kararnameler, yönetmelikler gibi şeylerden alırdı.
Bu dünya insanlarının inananlarının çoğunluğu kutsal kitabının yanına anayasa kitabı koymuyordu. Röportaj veren kadının da muhtemelen böyleydi. Eğer evinde anayasa kitabı varsa o kitabı Kur’an’ın yanına, heybesine kesinlikle koymazdı. Biri Allah kelamı, diğeri insan icadıydı. Hükümete göre, zamana göre, ihtiyaca göre değişiyordu.’ Dinde zorlama…’ desen “yoktur.” Yüklemi getirirdi ama buna rağmen dinin devlet sistemi içinde hükümet eliyle zorunlu yaptırıma tabi tutulmasını arzuluyordu.
O bir kadındı. Muhtemelen hayatında en çok eşini kıskanır, eşini kimseyle paylaşmak istemezdi. Demek ki eşini paylaşma duygusunun sınavını vermenin arzusu içindeydi. Müslümandı. Kur’an’dan uzak değildi. Demek ki Atatürk yaşarken Kur’an’ı yasaklamamıştı kendisinden önceki nesline. Dini yok etmemişti. Nüfus cüzdanında bile din ibaresi onun zamanından itibaren uzun yıllar devam etti.
Osmanlı Devleti’nde yerel halk olmanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Yerel halk medreselerde okumazdı halbuki , genellikle mahalle mektebine giderdi. Medrese denilen okula devşirmeler alınırdı. O da sadece erkekler. Şu an Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan yerel halk olarak çocuklarının üniversite okuyacağından umutluydu. Belki de bunun için çocuklarının üzerinde baskı derecesinde çaba sarf ediyordu. Osmanlı Devleti zamanında yaşasaydı bu konuda umutsuz olacaktı. Hayalini bile kuramayacaktı büyük ihtimalle.
Ekran yüzü olmuş bir tarih hocasının makalesinden hareketle Onu Çingene ırkına mensup bir erkek olarak teokratik mutlak monarşi ile yönetilen Osmanlı Devleti vatandaşı olarak hayal ettim. Irkından bazılarının hırsızlık yapmasından dolayı camiye girmesi yasaklanmış, Müslüman bir Çingene olarak… Karşıdan baktı camiye. Yüzünü gökyüzüne çevirdi. “ Ey Allah’ım sen ki Hz Muhammet’e miraçta namazı emrettin. Adına cami dediğimiz Müslüman ibadethanesi çıktı ortaya. Kutsal kitabında ırklara yönelik bir kısıtlama koymadın.
Senin nazarında eşitti insan kulların. Üstünlüğün takvada olduğunu dile getirdin. Bu gün devlet sıfatıyla camiye girmemi yasaklayarak seninle benim arama girmediler mi? Senin için camide namaz kıldığım için mutlu olacaktım. Sen, dini biz mutlu olalım ve anlayalım diye göndermedin mi? Anlaşılmanın senin için önemli olduğunu düşünüyorum. Öyle olmasaydı kardeşini öldüren Kabil sebebiyle sana karşı gelen insan dışı varlıklara anlasınlar diye Harut ile Marut meleğine nefs vererek yeryüzüne indirmezdin? Senin kutsal kitabına sadece cennete girmenin formülü gözüyle bakanlar olduğunu gözlemliyorum. Bu, babamızı ölünce zenginliğini ele geçirmek için sevmeye benziyor sanki…”
Sonra bu Çingene ırkına mensup vatandaşın torunu olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk ile karşılaştı. Atatürk’e teşekkür etti. Atatürk sebebini sorunca ona şöyle dedi: “ Bu gün camiye girme hakkı elinden alınan atalarım olsaydı size teşekkür ederdi. Cumhuriyet bana camide özgürce ibadet etmekle birlikte o camiye imam olabilme ve hatta ülkeme cumhurbaşkanı olabilme imkanı sağlıyor.” Atatürk şöyle cevaplıyordu: “Devlet ile din, dini korumak için ayrı olmak zorundadır. Devletin görevi kesinlikle dini hükümler vermek değildir. Halkına ibadet etmesi için güvenilir ortam sağlamaktır. Onun dini haklarını güvence altına almaktır. Peygamberlerin günah işlediği bir dünyada devletin başına geçen kişi insani nefsleriyle dine zarar verebilir. Dinde olmayan kuralları dinde varmış gibi gösterebilir. Dini kullanabilir. Bu sebeple laiklik dine zarar veren bir şey değil, dini koruyan bir şeydir oysa. Dinde zorlama yoktur. Devlet sisteminde zorlama vardır. Din gönül işidir, devlet sistemi ise çıkarcıdır. Dinin yaptırımı Allah’a aittir. Hangi peygamber rehberlik etmek ve örnek olmak dışında saçı görünen kadınlara şiddet uygulamayı sistemli hale getirmiştir? Bilakis Hz Muhammet kız çocuklarının diri diri gömülmemesi gerektiğinin savaşını vermiştir. Güçlü, ayaklarının üzerinde duran, ticaretle uğraşan Hz. Hatice ile evlilik yapmıştır. Ben de bu gün Türkiye Cumhuriyeti kurucu lideri olarak Hz. Muhammet gibi kadınlara değer vermeyi, onları hayatın içinde görmeyi yeğledim. Hz Hatice gibi ticaret yapabilsinler. Polis, doktor, öğretmen, hakim, mühendis, devlet yöneticileri… olsunlar istedim. Yuvayı dişi kuşun yaptığı gibi ülkeyi ülke yapan da onlardır, toplumu yetiştirenler de …Güzel şeyler genellikle kadının eseridir dedim ki zira öyledir. Devlet sistemi genellikle din ile ülke çıkarları arasında seçim yapsa şüphesiz dini değil çıkarlarını seçecek, tutarsız davranacaktır. (Bu gün bir şeriat ülkesi devasa mimarisinde cadılar bayramı kutlamıştır.)İşte dini devlet sisteminin yaptırımlarına tabi tutmanın hayalini güdenler dine zarar verdiğimi düşünür. Bu şekilde düşünenler, beni yargılamadan önce, dini devlet sisteminin yaptırımlarına tabi tutan ülkelere baksınlar ve beni öyle yargılasınlar isterim. Ben dini kullanan bir lider değilim. Sadece bir ülkenin devlet lideriyim. Mükemmel değilim. Ömrüm boyunca vatanı için çaba sarf etmiş bir Allah kuluyum…” diyordu.
O kadını İran’da bir parkın bankında çocuğunu seyrederken hayal ettim. Çıkan rüzgar eşarbını alıp uçurdu başından. Saçları uçuştu. Ahlak polisleri geldi. Copla dövdüler. Çocuğu çığlıklar içinde kaldı annesine yapılanlar karşısında. Hem de beş yaşında bir erkek çocuğuydu. Dine ve polislere bilinçdışı kin duyabilirdi. Nezarette kaldı, şiddet gördü. Kocası utandı. Evine gittiğinde bir de ondan dayak yedi. Rüzgarın onu günaha sokacağını nereden bilebilirdi. Zaten eşinin üçüncü imam nikahlı eşiydi. Bir tane oğlu vardı. Kocası alıp onu babasının evine bıraktı. Oğlundan da ayrıldı böylece. Bir de babasını utandırdı. Ondan da dayak yedi. Ağladı. Kur’an’ı geçirdi aklından. Allah’ın kutsal kitabında saçları rüzgarda açılan kadınları döven polisler edinin mi diyordu? Bu hükümetin dini koruma, yaşam tarzı haline getirerek ahlaksızlığı önleme ideolojisi Allah’ın nazarında neredeydi.? Şimdi bu kadın cehenneme mi gidecek, bunu yaptıranlara Allah “aferin” deyip onları cennet ile mi müjdeleyecekti? Ahlakı halkını mutlu ederek korumayı başarmış mıydı? Hükümet devlet mekanizmasıyla özgür ortam oluşturmak , dini yaşama hakkını kanunlarca güvenceye almak yerine polis eliyle kadın mı dövdürmeliydi? Allah’ı düşündü sonra Allah kullarını cezalandırmak için kıyamet sonrasını beklerken, dini anlamda ceza kesmek Allah’tan başka kimin haddineydi?
Birleşik Arap Emirlikleri ülkesine gitti hayalimde sonra. Dünyanın en lüks, en büyük binasında erkeğinin beşinci eşi olarak yaşıyordu. O kadar yükseklerdeydi ki bir an elektrik kesilse aldığı nefes sıkıntıya girebilirdi. Arap ırkından olmadığı için erkeğinin miras hakkından faydalanabilmesi için on yıl beklemek zorundaydı. Bulunduğu binada hem cami hem bar vardı. Müslümanlıkta gösteriş yoktu lakin dünyanın en pahalı halıları bu camilerdeydi. Altın, elmas ve değerli kristallerle süslüydü camideki avizeler. Kızlar- kadınlar üniversiteye gitmiyordu. En iyi imkanlar erkeklerindi. Üniversitede okumak sadece erkeklerin hakkıydı. Bunun için Avrupa ya da Amerika’ya gidiyorlardı. Evde aslan besliyorlar, altın tozlu kahve içiyorlardı. Otuz çeşit yemek yapıyorlardı bazen hiç yemeden döküyorlardı. Sonuçta Dünyanın en pahalı ve en özel alışveriş merkezine bir kast sistemi gibi ayrıcalıklı giriyordu. Sıradan insanlardan zenginliği sayesinde üstünlük sağlamıştı ama mutsuzdu. Baştan aşağı değersizlik hissi ile doluydu. Kitap okuması, televizyon izlemesi, müzik dinlemesi yasaktı. Ya da aşırı derecede kısıtlıydı. Mutlu, turist kadınların gülümsemelerini bile seyredemiyordu açılamayan penceresi yüzünden. Ülkesine özlem duydu aniden. Atatürk’e haksızlık ettiğini fark etti. O da ülkede yaşayan diğer mutsuz kadınlar gibi kaçmaya karar verdi.
Dinin özünde zorlama yoktu. Özgürlük vardı ve özgür bir ortamda güzeldi. Yaptırımlarla dinin gereklerinin yerine getirilmesini sağlamak insanları zorla okyanusa girmeye zorlamaktı. İnananlar zorla okyanusa girmeye zorlanınca suyun içindeymiş gibi davranıyorlardı sadece. Allah için değil de cezai yaptırımları olduğu için ibadet ediyorlardı. Kaçmak için kendilerini kıyıya atacak kader dalgasını bekliyorlardı bir an önce.