Cinli Han

Ahmet Midhat Efendi, bir cuma günü Beykoz’a giderken bir dostundan işittiği kendince garip bulduğu hikâyeyi okuyucularına sunmak amacıyla Cinli Han’ı kaleme aldığını eserin giriş bölümünde ifade etmiştir. Cinli Han’da olağanüstünü yıkmak, gerçeğin varlığını görünür kılmak için büyük çaba gösterir.

Ahmet Mithat Efendi, Fransa’da askerlik yapan Salpetre ile eşi Josephine’in hikâyesini anlatıyor “Cinli Han” kitabında. Josephine’e âşık olan Laroche, onu kaçırır ve Salpetre ise eşini aramak için yollara düşer. Onu ararken girdiği bir yerde cinler olduğu ve bu yerden herkesin korkup kaçtığı rivayet edilir. Salpetre “Cinli Han”da işin aslını ortaya çıkarır ve burasının adı artık “Uğurlu Han” olur.

Deniz Aktan Küçük’e göre; 1885 tarihli Cinli Han’ın mukaddimesi bir gerçeklik iddiası üzerine kuruludur: “Bir Cuma günü Köprü’den Beykoz’a giderken şu hikaye-i garibenin esasını vapur içinde, bir dostumdan işittim ve esas-ı hikayeyi hakikaten, karilerime arza şayan olacak derecelerde garip ve latif bulduğumdan, romancılık sanatı nokta-i nazarınca nevakısını ikmal ederek, ber-vech-i ati sevgili karilerime arz ve takdime cesaret aldım.” Bu kısa mukaddime, birçok önemli noktaya gönderme yapar. Öncelikle, ‘Köprü’den Beykoz’a giderken’ ifadesi Ahmet Mithat’ın gerçek yazar olarak kendi hayatına ve tasarlanan okurun İstanbul’da yaşadığı gözönüne alınırsa, okurun hayatına yaptığı vurgu açısından önemlidir. Ahmet Mithat, okurları gibi Köprü’den Beykoz’a ya da İstanbul’da her hangi bir yerden her hangi bir yere giderken gerçek bir hikaye dinlemiş olabilir. Ahmet Mithat’ın okurlarıyla kurmaya çalıştığı bu yakınlık/benzerlik ilişkisine bir çok mukaddimede yer verilir. Bu ilişki güvenilirlik taktikliklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Bu mukaddimenin önemli bir başka noktası ise, gerçeğin yazılabilmeye, bir hikaye olarak okura ulaştırılmaya uygun olmasının şartlarıdır. Bu şartlar, Ahmet Mithat tarafından ‘gariplik ve latiflik’olarak belirlenir. Bu mukaddimeye göre, gerçek hayat, edebi dünyada ancak gariplik ve latiflik niteliklerine sahipse yer alabilir. Bir başka nokta da, bu niteliklere sahip olarak bir hikayeye konu olma, edebi dünyada yer edinme başarısını gösteren gerçeğin, okura ulaştırılmasıdır. Ahmet Mithat’a göre romancılık sanatı, bu noktadan sonra ‘nevakısı ikmal’ ile devreye girer. Burada eksiğin tamamlanması olarak adlandırılan birçok mukaddimede de tekrar edilir.

Pelin Aslan’a göre; Cinli Han‟da olaylar Fransa‟da geçer. Mekânın ve kişilerin yabancı olması Ahmet Mithat‟ın bilinçli bir tercihi gibi durmaktadır. Evet, okurlarına “garip” bir hikâye anlatacaktır ama bu garip hikâye hayattan kaynaklanmaktadır. Yani, okur onun hikâyesini dış dünyadan bağımsız bir biçimde, oturduğu yerden hayaller uyduran geleneksel hikâyecilerin hikâyeleriyle karıştırmamalıdır. Bu, yeni tarz roman türünde bir eserdir ve gelenekle arasına mesafe koymak isteyen yazar hikâyesini başka bir coğrafyada kurgular. Onun hikâyesi okurların alışık olduğu sıradan cin, peri hikâyesi değildir; anlatının başkarakteri de olaylara alışık olduğumuz geleneksel kahramanların tepkisini vermez. Böylece bu anlatı, mekânın ve karakterlerin yabancı olması Türkçe edebiyatta korkuyu genellikle modern hayattan uzak tutarak ev içinden ırak, “öteki” mekân ve kişilere atfetme eğiliminin de ilk örneğini verir. Zaten hikâye, “gerçekçi” bilgilerle başlar. Anlatıcı, olayların geçtiği dönemin Fransa‟sında askerliğin, askere giden erkeklerin sevgilileriyle ilişkilerinin nasıl olduğunu anlatır. Hikâyenin merkezindeki konu askere gitmek üzere olan yirmi yaşındaki Salpêtre ile on sekiz yaşındaki Josêphine arasındaki aşktır. Okur, yine alışık olduğu bir aşk kurgusuyla karşı karşıyadır: Birbirini seven iki genç önce ayrı düşerler, çile çekerler, en sonunda da kavuşurlar. Bu kurgu, yine olağanüstü masal biçiminin yeni tür roman biçiminde hâlâ birtakım yeni özellikler -zaman ve mekânın belirli olması, anlatı üslubunun gerçekçi olmaya çalışması gibi edinmesine rağmen devam ettiğini gösterir.

Salpêtre‟in askerde olmasını fırsat bilen kötü adam Monsieur De Laroche Josêphine‟e âşık olur. Anlatıcı onun Josêphine‟e nasıl âşık olduğunu şu şekilde tarif eder:
“Bazı kocakarı masallarında Yemen padişahının oğlu Hint padişahın kızı hakkında birtakım medayih işitmekle âşık olduğunun hikâye edilmesi gibi yalnız Josêphine hakkında söylenen bazı sözleri işitmekle âşık olmuştu.”

Kötü adam, Josêphine‟i entrikalarla örülü bir plan yaparak kaçırır. Askerden dönen Salpêtre‟e ise Josêphine‟in gönüllü olarak kaçtığı söylenir. Hikâyeyi olağanüstüleşme açısından ilginç kılan özelliği ise bundan sonra başlar. Salpêtre, yağmurlu bir Şubat günü etrafta “Cinli Han” olarak şöhret yapmış, terk edilmiş, yıllardır insanoğlunun uğramadığı eski bir binaya sığınır. Dışarıda şiddetini arttıran yağmur, binanın terk edilmiş havası, hana girdiklerinde Salpêtre‟in atının bile ürkmeye başlaması, hanın içinde binlerce karganın, baykuşun olması ve onların Salpêtre ile atını görünce ürkerek kıyametleri koparması, hikâyeyi aşkın atmosferinden alıp korkunun atmosferine taşır. Anlatıcı da devamlı olarak ortamdaki korkunun okurlara da geçmesi için uğraşır. Yağmurun gürültüsü bile hemen her satırda ortamın ürkütücülüğünü şiddetlendirmek için anlatıcının sürekli vurgu yaptığı bir korku motifine dönüşür. Anlatıcı, okurlarına orada akrep, yılan, kertenkele gibi binlerce yaratığın olabileceğini de hatırlatır. Ama asıl tehlikenin geceyle beraber kendini göstereceğini söyler. Hava giderek kararmaktadır. Salpêtre‟in bir başka odada bağlı olan atı tepinmeye başlar. Burada anlatıcı okurlarına, cin ve perilerin insandan ziyade hayvanlara göründüğünü hatırlatır. Böylece bu gotik tarzı korku salan binayı, daha da korkunç hale getirecek doğaüstü varlıklar ortamdaki tekinsizliği arttırır.

Okur bir korku romanının içinde olduğuna iyice inanmaya başlamışken ve Salpêtre‟in bu korkutucu yerde dehşet saçan güçlerle nasıl başa çıkacağını merak ederken anlatıcı bu olağanüstü atmosferi bozmaktan yana bir tavır sergiler. Salpêtre‟in ne kadar cesur ve akılcı biri olduğunu anlatmaya başlar. Cin, peri, nazar gibi inançların tamamen boş ve cehalet ürünü olduğunu söyler. Dışarıdan yapılan bu akılcı ve mantıklı açıklamalar ise anlatının olağanüstüden gerçekçiye dönüşmesine hizmet eder. Artık okur anlatıda, bu tarz hurafelerden kaynaklanan korkularla dalga geçileceğini ve onlara inanmanın ne kadar safdillilik olduğunun gösterileceğini fark eder.

“Zaten askere gitmezden evvel yekdiğerinin aşık aşıkası olan delikanlı ve genç kızların vuku-ı müfarekat üzerine başkalarını sevmeleri gibi ahval az mı görülmüştür? Askere giden delikanlı köyüne avdet eyledikte eski maşukasının başkasına varmış olmasını görmesinden veyahut köyde kalan kızın askere giden aşıkının bade’l-hizme bir köyde başka bir kızla teehhül eylediğini haber almış bulunmasından dolayı ne kadar faci romanlar zuhura gelmiş tir ki mütalaası insanın gözlerinden yaşlar isale eder.”

Ahmet Mithat cinleri, bir aşk macerası anlatısının içine sokmayı hikâyesini daha okunası hale getirmek, sıradan aşk hikâyelerinden farklı kılmak için kullanmıştır. Ancak o, anlatısını cinlerle dolu olağanüstü bir korku hikâyesi haline getirmekten, insanların korkusunu besleyip güçlendirmektense böyle korkuların yersiz olduğunu göstermiş; ilk bakışta fantazi gibi duran anlatısını mantık ve akılcılığın yönetmesine izin vererek olağanüstünü ortadan kaldırmış, fantaziyi öldürmüştür. Mantıksal açıklamasında “Vehim neyi büyütürse cin dahi o surette zuhura gelir.” diyerek cinlerin psikolojik endişelerden kaynaklandığını, hatta bu konuda bilimsel bir yaklaşım için “Nevm ve Hâlât-ı Nevm” adlı kendi makalesine başvurulmasını tavsiye edecek kadar da ileri gider. Yani olayların sadece mantıkla çözüme kavuşmasıyla yetinmez; teorik bir açıklama da yapma ihtiyacı duyar. Böylece, adı fantastik olan bir anlatı hiç de fantastik olmayabilir, hatta fantastiği yıkmak ya da fantastikmiş gibi yapmak, fantastiği kullanarak “açıklamalı”, tüm fantastik malzemeye rağmen gerçekçi olmak için yazılmış olabilir.

Ahmet Midhat Efendi, romanlarında gelenekten hareketle bir meddah gibi okuyucunun dikkatini hiç eksiltmemesini sağlamaya yönelik bir anlatım biçimi geliştirmiştir. Bu eserinde de anılan nitelikleri tatlı tatlı kullanmış. Okumanız; hem hazlı bir okuma edimine hem Ahmet Mithat’ın amaç ve uygulamalarını biraz daha tanımanıza imkan verecektir diye düşünüyorum.